Adam sevmişti… İlk defa, korkmadan, utanmadan, sıkılmadan… Hiç kimseye hesap vermeden, kimseye hesap vermeden, kimseye tek bir kelime dahi etmeden… Üşenmeden, yıkılmadan, kendinden korkmadan…
Adam sevmişti… Bıktırırcasına, korkuturcasına, dünyaya meydan okurcasına… Her şeyi oluruna bırakırcasına, her şeyi planlarcasına… Ne yaptığını bilmeden kendinden geçercesine… Delicesine, delirtircesine, ölürcesine, öldürürcesine…
Adam sevmişti… Kokuyu duyarak, yer gök inleterek, kahkaha atarak, gözyaşı dökerek… Haykırarak, meleklere fısıldarak, içinden her önüne gelene anlatarak… Her yerde onu arayarak, yanındayken bile özleyerek, kayıp gitmesinden korkarak, sadece tek kişiye yönelen sevgisinden utanarak, başka insanların yanında sıkılarak…
Adam sevmişti… Safça, dürüstçe, mertçe, erkekçe… Körce, sağırca, manyakça… Sarhoşça, kafasızca, plansızca, hoyratça… İnsanca, hayvanca, usulca, sertçe, yavaşça…
Adam sevmişti… Kavgalarla, yol ayrımlarıyla, devam edenlerle, geride kalanlarla… Bütün kalbiyle, tüm benliğiyle, ilk aşkının verdiği heyecanla, gerçekten sevmenin ağırlığıyla… Saygıyla, gerilimle, değişimlerle, değişmez inadıyla… Beyniyle, yüreğiyle, bütün bedeniyle, ona ait olan her şeyle… Özlemle, kaybetmeyle… Midesinde uçuşan kelebeklerle, açılan iştahıyla, hayata tutunuşuyla… İlk defa birine ait hissetmeyle, güvenle…
Adam sevmişti… Gürültülü, şiddetli, sinirli, aksiliklerle dolu… Hüzünlü, sevinçli, şanslı, dibine kadar efkârlı… Tutkulu, şehvetli, korkulu, ışıklı… Değerli, kıymetli, hatalı…
Adam sevmişti… İlk defa sevmişti, son defa sevmişti… Adam seviyordu… Adam sevecekti… Ama kelimler bunu anlatmakta yetersiz kalmıştı… Adam derdini anlatamadı bir türlü kadına, kadın da seviyordu oysa, ama adamı anlamadı, kendi de anlatamadı… Bir efsane olacak aşk, bir efsaneye yakışmayacak şekilde son bulmak üzereydi… Peki, ne olacaktı? Birbirlerine sevdalarını anlatabilecek kelimeleri bulabilecekler miydi, yoksa aşk ikisinin de ellerinden kayıp gidecek miydi? Bu muydu büyük aşk, herkes aşk acısı çekmek zorunda mıydı? Bu kadar zor muydu kelimeleri bulmak, bu kadar kolay mıydı iki ömre kıymak? İki gencecik insan, iki kelimenin kurbanı mı olacaktı? Bunun için midir tüm acılar, sıkıntılar, sözler, ayrılıklar, kavuşmalar… Aşkın gözü âşıklara da mı kördü yoksa?
Son zamanlardı yaşadıkları, zor zamanlardı… Hikâyenin sonunu ise tarih yazacak, bizler öğreneceğiz… Şimdilik, her aşkla ilgili hikâyede olduğu gibi, bu hikâye de üç noktayla kendisine ara veriyor… Bu üç nokta, usulca konulan bir virgül mü, yoksa sonu olmayan bir noktalar kümesi mi, bunu zaman gösterecek… Onu görene kadar, kocaman bir boşluk olarak kalacak… Herkesin virgül olmasını istediği, ama ne olacağı belli olmayan üç nokta sadece… Şimdilik… Üç nokta…
6 Kasım 2009 Cuma
3 Kasım 2009 Salı
Aşk: Duygusal Şizofreni
Yüzyıllardır sorulmuş ancak anlamı tam olarak açıklanamamış duygusal bir oluşumdur AŞK. İnsan doğduktan sonra adını efsanelerden öğrenmiş... İmrenmişiz Havva ile Adem'e, Ferhat ile Şirin’e, Leyla ile Mecnun'a… Hayatımıza katmışız, basit üç harfli ama içi anlam dolu bu kelimeyi... Ne zaman dalgın birini görsek ''Leyla gibi ne dolaşıp duruyorsun'' demişiz, en küçük isyanda Ferhat gibi kendimizi dağlara vurmak istemişiz, sevdiğimize ''aşkımm'' diye sarılmışız... O kadar çok kullanılmış ki bu kelime, o kadar olağan bir şey olmuş ki, ''Aşkımm'' diye sarıldığımız sevgilimizden ayrıldıktan sonra başka birini bulmuşuz ve hiç çekinmeden ona da ''Aşkımm'' diye sarılmışız. Ne de olsa üç harften oluşan basit bir kelimeymiş hayatımızda. Bence bu kadar basit değil bu üç harften oluşan anlamlı kelime. Kendimce açıklayayım dedim. Diyebilirsiniz ''Madem aşk bunca yıldır anlaşılamamış eeeyy Pirket, sen mi anlatacaksın bize?'' Ben size saygı duyarım, siz de benim naçizane yorumuma saygı duyun. Dinleyin bakın ne diyor Pirket;
Kutup ayılarının kürkü çok değerlidir bilirsiniz. Ancak en değerli kürk, üstünde yara-bere olmayan kürktür. Bir gün sıcak su dolu fıçısının içinde yıkanan, bir yandan da elindeki matarasından viski içen avcı, bunun çözümünü düşünüyormuş. Birden, fıçının içinden etrafa sular sıçratarak fırlamış, ''Bulduum!'' diye bağırmış. Hemen üstünü giyinmiş, eline bu sefer tüfeğini değil baltasını alarak koşmuş av bölgesine. Baltasını, keskin yüzü dış tarafa gelecek şekilde buza gömmüş. Üstüne de önceden hunharca katlettiği bir fokun kanını dökmüş, ne de olsa kutup ayıları kana bayılırlarmış… Avcı, kanı döktükten sonra hemen koşarak kendini saklamış bir buz tepesinin ardına. Bir süre geçtikten sonra, kanın kokusunu alan kutup ayısı etrafını kollamaksızın büyük bir iştahla kanın başına geçmiş ve yalamaya başlamış. Yalamaya başlamasıyla birlikte dilinde bir acı hissetmiş, ama kan o kadar tatlı geliyormuş ki dilindeki acıya aldırmaksızın yalamaya devam etmiş. Yalamış, yalamış, inanılmaz bir tat alıyormuş kandan... Yaladıkça daha fazla zevk alıyormuş kandan, çünkü dilinden akan kan daha taze ve sıcakmış, ama bunun kendi kanı olduğunu anlamıyormuş. Saatler geçmiş, sonunda ayı kan kaybından bitkin düşmüş, yere yığılmış. Kafası yere yatık şekilde dilini uzatıp yalamaya devam etmeye çalışıyormuş ve malum son gelmiş. Ayının dili kanın üstünde, gözü hala kanda ölmüş... Avcı, sevinçle yerinden çıkmış, koşa koşa mutlu şekilde ayının ölü bedeninin yanına gitmiş. Avcı, amacına ulaşmış…
Hikâyeden alınması gereken bölüm, elbette ki ''Kutup ayıları kürkleri nasıl zarar verilmeden avlanır?'' değil. Burada şöyle basit bir benzetme yapabiliriz; aşk öyle tatlıdır ki, insan kokusunu almasıyla birlikte hemen üstüne koşar. Bir kere tadını aldıktan sonra bir daha kurtulamaz. Aynı kan gibidir, içinde boğulur, ömründen ömür yer ama yine de ayrılamaz bu duygudan. Ne açlık duyar, ne uykuya ihtiyaç duyar. Kendince hikâyeler üretir, hikâyeler yazar, sanki aşkı kendi keşfetmiş gibi aşkı tanımlar-her kişi âşık olduğu zaman aşkı anlar- ama hiç kimse anlamaz tam olarak ne dediğini. Artık bu duygudan kurtuluş kendi elinde değildir. Ya hain, pis avcı gelecek, o baltayı yerinden çıkartıp, o baltayı kafasına vura vura öldürecek; ya da gelen içli bir avcı ise, gidip ayıyı o baltadan kurtarıp ayının yaralarını saracak. Ama unutmayın ki, dilindeki derin yarıklar hiçbir zaman geçmeyecek, ölene kadar onunla birlikte olacak.
Şimdi bazıları diyebilirler ''Ya oğlum uçmuşsun sen'' ya da anlayabilirsiniz neyden bahsettiğimi, yarın unutabilirsiniz ne okuduğunuzu. Ya da ''Ben kutup ayısıyım'' da diyebilirsiniz. Bense tüm düşüncelere saygı duyarım.
Okuduğunuz için teşekkürler,
Bunlar naçizane
İçimden gelen,
Sabırsız kelimeler…
***Son***
Kutup ayılarının kürkü çok değerlidir bilirsiniz. Ancak en değerli kürk, üstünde yara-bere olmayan kürktür. Bir gün sıcak su dolu fıçısının içinde yıkanan, bir yandan da elindeki matarasından viski içen avcı, bunun çözümünü düşünüyormuş. Birden, fıçının içinden etrafa sular sıçratarak fırlamış, ''Bulduum!'' diye bağırmış. Hemen üstünü giyinmiş, eline bu sefer tüfeğini değil baltasını alarak koşmuş av bölgesine. Baltasını, keskin yüzü dış tarafa gelecek şekilde buza gömmüş. Üstüne de önceden hunharca katlettiği bir fokun kanını dökmüş, ne de olsa kutup ayıları kana bayılırlarmış… Avcı, kanı döktükten sonra hemen koşarak kendini saklamış bir buz tepesinin ardına. Bir süre geçtikten sonra, kanın kokusunu alan kutup ayısı etrafını kollamaksızın büyük bir iştahla kanın başına geçmiş ve yalamaya başlamış. Yalamaya başlamasıyla birlikte dilinde bir acı hissetmiş, ama kan o kadar tatlı geliyormuş ki dilindeki acıya aldırmaksızın yalamaya devam etmiş. Yalamış, yalamış, inanılmaz bir tat alıyormuş kandan... Yaladıkça daha fazla zevk alıyormuş kandan, çünkü dilinden akan kan daha taze ve sıcakmış, ama bunun kendi kanı olduğunu anlamıyormuş. Saatler geçmiş, sonunda ayı kan kaybından bitkin düşmüş, yere yığılmış. Kafası yere yatık şekilde dilini uzatıp yalamaya devam etmeye çalışıyormuş ve malum son gelmiş. Ayının dili kanın üstünde, gözü hala kanda ölmüş... Avcı, sevinçle yerinden çıkmış, koşa koşa mutlu şekilde ayının ölü bedeninin yanına gitmiş. Avcı, amacına ulaşmış…
Hikâyeden alınması gereken bölüm, elbette ki ''Kutup ayıları kürkleri nasıl zarar verilmeden avlanır?'' değil. Burada şöyle basit bir benzetme yapabiliriz; aşk öyle tatlıdır ki, insan kokusunu almasıyla birlikte hemen üstüne koşar. Bir kere tadını aldıktan sonra bir daha kurtulamaz. Aynı kan gibidir, içinde boğulur, ömründen ömür yer ama yine de ayrılamaz bu duygudan. Ne açlık duyar, ne uykuya ihtiyaç duyar. Kendince hikâyeler üretir, hikâyeler yazar, sanki aşkı kendi keşfetmiş gibi aşkı tanımlar-her kişi âşık olduğu zaman aşkı anlar- ama hiç kimse anlamaz tam olarak ne dediğini. Artık bu duygudan kurtuluş kendi elinde değildir. Ya hain, pis avcı gelecek, o baltayı yerinden çıkartıp, o baltayı kafasına vura vura öldürecek; ya da gelen içli bir avcı ise, gidip ayıyı o baltadan kurtarıp ayının yaralarını saracak. Ama unutmayın ki, dilindeki derin yarıklar hiçbir zaman geçmeyecek, ölene kadar onunla birlikte olacak.
Şimdi bazıları diyebilirler ''Ya oğlum uçmuşsun sen'' ya da anlayabilirsiniz neyden bahsettiğimi, yarın unutabilirsiniz ne okuduğunuzu. Ya da ''Ben kutup ayısıyım'' da diyebilirsiniz. Bense tüm düşüncelere saygı duyarım.
Okuduğunuz için teşekkürler,
Bunlar naçizane
İçimden gelen,
Sabırsız kelimeler…
***Son***
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)