21 Ağustos 2009 Cuma
AĞABEYİ YOLUN SONUNDA BEKLİYOR
Uzun bir süre öylece ayakta kalmış, aynı meraklı gülümsemesiyle etrafına bakıyordu. Sonra biraz daha eğildi ve bir kadınla iki genç adamın oturduğu kenardaki ilk masaya yaklaştı çabucak. Yanlarında dikildi ve elini masanın kenarına dayayıp kadına doğru eğildi ve gözlerini açarak kadına baktı. Kadın bir hışım geri çekildi.
− Ne istiyorsunuz? - diye sordu gençlerden biri. Sarı saçları ve yanık teniyle hoş bir delikanlıydı; boyun kısmı genişçe açık mavi gömleği, bu renk zıtlığını daha da belirginleştiriyordu. Biraz bekledi, kambur cevap vermeyince soruyu tekrarladı:
− Bizden ne istiyorsunuz?
Kambur adam susuyordu. Gözlerini ayırmadan kadına bakıyor ve sevinçle gülümsüyordu.
− Ne istiyorsunuz? - diye tekrar sordu yakışıklı genç ve devam etti:
− Siz bizim muhatabımız olamazsınız, bunun farkındasınızdır herhalde. Cehennemin dibine gidin.
Kadına bakan adam kılını bile kıpırdatmadı, doğruca kadının yüzüne bakıyordu, gözleri ise her geçen saniye daha bir açılıyordu. Bunun üzerine diğer genç adam hızlı bir hareketle adamın elini masadan itti.
− Çek git - dedi - git buradan, yoksa kötü olacak. Sana söylüyorum: hemen çek git buradan.
Kamburu arkasından itti. Adam ağır ağır, gönülsüzce uzaklaştı. Etrafına dikkatle bakarak kısa bir süre salonda şöyle bir dolaştı, sonra yine bir masanın yanında durdu. Bu masada parlak elbiseli bir kadın iki askerle oturuyordu. Üçü de biraz çakırkeyifti, etraftaki diğer insanları umursamadan kendi aralarında eğleniyorlardı, kamburun yanlarına gelmesi hiçbirinde bir şaşkınlık yaratmadı.
− İçmek mi istiyorsun dostum? - diye sordu askerlerden biri, bira bardağına şarap koydu ve kambura uzattı. – İç - dedi − ve bizi iyi hatırla.
Kambur kadehi almadı. Kadına baktı ve hiçbir şey söylemedi. Dişsiz diş etlerini göstererek gevrek gevrek gülümsedi, kadın başını çevirdi.
− Zaten sarhoş – dedi - onu rahat bırakın. Yeterince içtiğinin farkında herhalde.
− Hayır, hayır - dedi asker. Bardağı bir kenara itti. – Otur canım - dedi kambura. – Otur da kendinden bahset. Nerelisin?
Kambur susuyordu, buruşmuş yüzü sanki büyük bir bardak votka içmiş gibi aniden kızardı. Kadın birdenbire sinirlendi.
− Dilsiz - dedi öfkeyle. Askerlerden birine döndü: − Söyleyin gitsin buradan. Birkaç dakika huzur içinde oturamayacak mıyız? Gitsin.
Başından beri sessiz duran diğer asker aniden:
− Evet, evet, git buradan.
Kambur adam buna rağmen de gitmeyince, kızarmış yüzünü ona doğru eğip tıslayarak:
− Uza, anladın mı? - dedi.
Kambur bir an öylece kaldı, sonra bir adım attı ve dönüp kadına baktı. Onu kenardan izleyenler kamburun, gözleri sanki tek bir görüntü algılıyormuşçasına kadından başka bir şey görmediği izlenimine kapılmışlardı. Bu pek hoş bir durum değildi. Masadakiler kısa bir süre sessiz kaldılar, askerlerden biri yüksek sesle arkadaşına şöyle dedi:
− Anlaşılan, insan dilinden anlamıyor.
− Polis çağır - dedi kadın başını çevirerek. – Yapacak başka bir şey yoksa, polis çağır.
− Burada, bu istasyonda mı? Tanrıyı çağırmak bile daha kolay.
− Bekle - diyerek birden canlandı ikincisi. –Ben onun icabına bakarım.
Elini kemerine atıp tabanca çıkarır gibi numara yaparak, kambura doğru nişan aldı ve yüksek sesle bağırdı:
− Tak, tak.
Kambur adam elleriyle gözlerini kapadı ve beceriksizce geri çekilmeye başladı. Kapıda ayağı eşiğe takıldı ve düştü. Sonra çarçabuk kalktı ve kapıyı bile kapatmadan kaçıp gitti. Oradaki herkes gevrek gevrek güldü.
− Ne garip adam. - dedi kadın.
− Ne de olsa onun gibi insanlara her zaman rastlanmaz.
− Deli mi ki acaba?
− Allah bilir.
− Az mı deli var bu dünyada? Herkes biraz delidir.
− Bir deli çıplak bir kadın görmek isteyince ne yapar, biliyor musunuz?
− Ne?
− Evlenir.
− Seni ahlaksız! Ama o deliye benzemiyordu.
− Evlenen erkekler de deli gibi görünmezler.
− Eğer böyle konuşmaya devam edersen, çeker giderim.
− Burada başka arkadaş bulamazsın. Bizim arkadaşlığımıza mahkumsun.
− Trenimiz saat kaçta gelir?
− Daha zaman var. Saat beşte. Allah’ım yine geldi…
Üçü de başını çevirdi. Kambur adam kapıda durmuş, etrafı dikkatlice inceliyordu, ilk fark ettikleri şey, yüzünden hiç silinmeyen o gülümsemeydi. Birkaç saniye öylece dikildi; orada bulunan hiç kimsenin onu dışarı atmaya niyeti olmadığını anlayınca yavaşça salonun ortasına geçti. Bir grup insanın oturduğu bir masanın yanında durdu; masada oturanların önlerinde duran boş şişelerin çokluğu, sabahtan beri boş durmadıklarının kanıtıydı. Kimse ona aldırmadı; kazık gibi öylece dikiliyordu. Bir anda elini kaldırıp kadınlardan birinin omzuna dokundu ve elini kadının omzunda çok sevecen bir şekilde gezdirmeye başladı. Kadın yavaşça başını çevirdi, ama yanında yabancı bir adam görünce çığlığı bastı ve yanındaki adama sokuldu. Adam öfkeden mosmor kesilerek ayağa kalktı.
− Ne var, cehennem olası? - dedi - Ne var, utanmaz herif? Sen kendini ne zannediyorsun?
Öfkeden deliye dönmüştü, hırsını alamayarak kamburun ağzının ortasına güçlü bir yumruk indirdi.
Kambur geri çekilmedi, hatta adamın yüzüne bile bakmadı. Ağzından akan kanı yaladı ve kadına bakmaya devam etti. Kadının omzuna tekrar dokunmak ister gibi, elini yukarıda tutuyordu. Yüzündeki gülümseme ve yaptığı bu hareket adamın öfkesini fena halde körükledi. Bu sefer çok daha şiddetli biçimde iki kez vurdu: bir yüzüne, bir midesine. Kambur acıdan kıvranıyordu; adam o sırada yüzüne yıldırım hızıyla tekme attı. Kambur boylu boyunca yere serilmişti.
− Yeter mi? - diye sordu adam. Soluk soluğaydı, terli alnını silmeye başladı; büyük kareli mendili sırılsıklam olmuştu.
Köşedeki masada oturan iki demiryolu görevlisi yerlerinden kalktılar. Boylu boyunca yerde uzanan adamın yanına yaklaşıp üzerine eğildiler.
− Bu kadarı yeter - dedi birisi. Kamburu döven ve hala ayakta duran adama döndü. – Onu perona çıkarıyorum. Temiz hava iyi gelir.
− Hayvan - diye homurdanıp oturdu.
Demiryolu görevlileri yatan adamı kollarından yakaladılar ve perona çıkardılar. Gece boğucuydu, nefes almakta zorlanıyorlardı, üniformalarının sert yakaları onlara azap veriyordu. Etrafta kömür ve güneşten ısınmış yaprak kokuyordu. Uzakta semaforların yeşil ışıkları üzerinde Büyük Ayı ‘nın solgun yıldızları parıldıyordu.
− Daha iyisin ya? - diye sordu kambura görevlilerden biri.
Başını salladı.
− Ağabeyinin nerede olduğunu öğrendin mi?
Ne bir şey söyledi, ne de bir baş hareketi yaptı. Görevli kemerinden fenerini çıkardı ve kendi yüzüne tuttu.
− Sana söyleyeceklerimi anlar mısın?
− Evet - dedi kambur.
− Ağabeyin nerede oturuyor, biliyor musun?
− Hayır, bilmiyorum.
Bir an sessiz kaldılar. Görevli feneri biraz daha yukarı kaldırdı.
−Dinle – dedi - şu demiryolu hattını görüyor musun?
− Evet, dedi kambur.
− Şu demiryolu hattı boyunca git. Bir kilometre, belki de iki. Ben bugün senin ağabeyinle görüştüm. Seni bekleyeceğini söyledi. Onunla buluşacaksın. Bana seni yanına alacağını söylemişti. Anladın mı?
− Evet - dedi kambur.
− Hadi git o zaman. Sigara ister misin?
− Hayır - dedi kambur. Gitmem gerek. Eğer beni bekliyorsa gitmem gerek. Sonra yanınıza ağabeyimle beraber gelirim.
Yola koyuldu. Arkasından demiryolu hattında traverslere takılarak nasıl koştuğuna baktılar.
− On dakika sonra bu hattan tren geçecek - dedi o ana dek sessiz kalan görevli.
Diğeri ışıklı saate baktı.
− Sekiz dakika sonra.
− Güneş doğuyor. Cep fenerini kapatabilirsin.
− Birkaç gün sonra güneş artık daha geç doğacak.
− Hiç mi duymuyor?
− Kütük gibi sağır. Bir adım arkasından vurabilirsin onu.
− Hapiste mi sağır olmuş?
− Evet. Belki de daha önce.
− Mutlaka ona içerde bir şeyler yapmışlardır.
− Hiçbir fikrim yok. Belki de üzerinde bazı sorgu teknikleri denemişlerdir.
− Bu konu hakkında hiçbir şey duymak istemiyorum, anlıyor musun? Beni hiçbir şey ilgilendirmiyor. Bu konuda bir şey duymak istemiyorum.
− Dinleme o zaman.
Tekrar bir sessizlik oldu. Güneşin kırmızı küresi ufukta göründü. Islak raylar güneşin ışınları gibi parıldıyordu. Kambur ileride raylar arasında koşuyordu.
− Kaç sene yattı?
− On bir sene. Partizanlık nedeniyle. Şimdi de salıvermişler.
- Kimsesi yok mu?
− Yok - dedi görevli – Ayrıca biraz da kafayı sıyırmış. Hapse düştüğünde, daha çocukmuş. Bir zamanlar bir ağabeyi varmış, hep onu bekliyor, hep onu arıyor. Bu ağabeyi uzun zaman önce ölmüş, ama o buna inanmak istemiyor. Ne de olsa hapishanede geçen on bir yıl insanda iz bırakır.
− Tüm bunları nereden biliyorsun?
− Üç gün önce hapishaneden çıkanlarla geldi. Genel aftan salıvermişler. Diğerlerini aileleri, karıları vs. bekliyordu, ama onu bekleyen kimse yoktu. Dün bütün parasını çalmışlar. On bir sene hiç kadın görmemiş, onlara öyle bakması bu yüzden. Şamar oğlanına döndü, gelen vuruyor, giden vuruyor.
Saatin altındaki banka oturdular.
− Ağabeyini bulamazdı ki - dedi görevlilerden biri.
−Yaşamıyor da ondan.
− Doğru. Belki de onu bakımevine alırlar, ne dersin?
− Dört duvar arasına mı? Ayrıca… Bu konuyla ilgilenecek zamanın var mı?
− Yok.
− Böylesi daha iyi olacak.
− Anladım. Trenin gelmesine iki dakika kaldı…
Aniden arkadaşına döndü.
− Baksana – dedi - Bekleme salonunda kendisine seslenirken yüzüne ya da gözlerine baksalardı, dayak atmak zorunda kalmazlardı, değil mi?
− Kesinlikle - dedi diğeri – Kesinlikle…
Tren gürültüyle geldi, gümbürtüsü kesildiğinde görevli şöyle dedi:
− Bir dakika erken geldi. - Yerdeki taşa bir tekme atıp acı acı gülümseyerek: − Öyle ya - dedi. Herkes yüzümüze bakabilseydi…
Marek Hlasko
çeviren:enigma
13 Ağustos 2009 Perşembe
ɱᶙʈɭᶙɭᶙҝ
Evet ya kendini dinlemeyeli, hayatındaki sesleri arkaya itekleyip kendi iç sesini duymayalı ne kadar olmuştu ki... Hatırlayamıyordu bile...
Ayaklarını uzattı oturduğu koltukta, bu koltuğu bile özlemişti. Burada oturduğunda sabaha kadar kendisiyle konuştuğu hayalleriyle bütünleştiği ne geceler olmuştu üstelik. Ama şimdi ona yardımcı olacak şeyler arıyordu. Mutlu olmaya çabalıyordu sürekli.
Tekrar odaklanmaya çalıştı hayallerine, neredeydi ki şimdi onlar? Her zaman böyle değildi, biliyordu bunu ama yapamıyordu işte, gidemiyordu o geçmişteki günlere. Zamanı geri almaya çalışmak değildi yaptığı sadece hayallerini yakalamaya çalışıyordu. Şimdiyse hayallerini gerçek kılmaya çalışırken hayallerini yok etmişti işte.
Susturmaya çalıştı içindeki mantık sesini, bu gece deniz kenarına gidecekti. Dolunayın ışığı yüzüne vuracak ama o yanan fenerlerin ışığında gecenin sesini, dalgaların hışırtısını dinleyerek kitap okuyacaktı. Evet bu gece sahilde olmalıydı, oraya gidemiyorsa bile hayalleri onu sahilde var edecekti.
Denizin sesini duymaya çalıştı, tabi ya işte bu dalgaların sesi, yüzüne vuran loş ışıksa fenerin ışığı... İnkar edilecek birşey yoktu, salladığı ayağını artık bütün gün güneşten ısınmış ama artık ılımaya hatta soğumaya yüz tutmuş kumlara daldırabilir, gönlünden geldiği gibi savurabilirdi. Keyifle elinde uzun zamandır okumak istediği romanın sayfalarının kokusu içine çekti, deniz kokusu karışmıştı buna bile.
Aman tanrım bunu nasıl da özlemişti... Hayatındaki karmaşaya nasıl da dolanıp kalmıştı aptalca mantığının sesiyle. Bu gece devam etmeliydi, bitmemeliydi kesinlikle.
Dudaklarına bir de şarkı kondurdu, Jehan Barbur'dan Uyan, uyanmıştı artık, hayatın peşinden koşmak yerine, eskisi gibi anı yaşayacaktı, daha çok güzelliğe sevinecek, daha az üzülecekti. Niye bu hengameye takılıp kalmıştı ki?
Çok güzeldi bu gece... Yaşlandıkça herşey daha mı zorlaşmıştı onun için acaba? Geçmişi bırakıp adım adım mutluluğa gidiyordu hayallerindeki kumsalda... Ilıktı hava, bir yaz gecesi için serin bile sayılabilirdi, ferahlıyordu gitgide denizin nemli serinliğiyle...
Karşıdan gelen de kimdi? Elini uzatıyordu ona yanına gitmesi için ama gidip gitmemekte tereddütlüydü hala... Yo hayır bu gecenin büyüsü bozulmayacaktı ayağa kalktı kitabı bir yana bırakarak hayallerinin içinde. Elini uzattı o da...
Gidiyordu işte, ferahlamış bir şekilde mutluluğuna. Uzun zamandır aradığı mutluluk bu olmalıydı; sanki hayalinin ötesinde gidiyordu o uzanan ele doğru. İçindeki huzur sımsıkı sarıyordu dört bir yanını, tuttu eli içtenlikle. Artık bitmişti tüm sıkıntılar...
Kim nereden bilebilirdi onun bu kadar huzurlu, bu kadar mutlu öldüğünü ki... Sanki hissetmiş gibi en sevdiği koltuğu seçtiğini söylediler sevdikleri, hatta torunları bile. Çok zor günler geçirmişti ama o artık rahatlamıştı. Herkesin onu sevdiği bir ailenin içinde yaşamış ve öyle ayrılmıştı ruhu bedeninden...
9 Ağustos 2009 Pazar
Barışın Rengi Kırmızı...
-Askerler! Çabuk buraya gelin!
Bu çağrı üzerine, karargâhta bulunan bütün askerler, komutanın bulunduğu alana yöneldiler. Komutan Savaş Yıkıcı, yardımcılarını yanına aldı, karşısındaki askerlere göz gezdirdi ve konuşmasına başladı:
-Sizler, seçilmişlersiniz. Bütün dünyayı ele geçirme çabamız, artık bir nihayete erecek. Bunu, sizlerin üstün yeteneklerinizle başaracağız. Ey seçilmişler! Tüm dünyayı kontrol altına almaya, Barış Ölmez denilen pisliği ve bize karşı çıkan bir avuç zavallıyı ortadan kaldırmaya, adımızı dünyanın her yerine yaymaya var mısınız?
-Varız! Diye gürledi bütün askerler…
-Öyleyse, diye devam etti Savaş Yıkıcı, herkes hazır olsun! Yarından itibaren, bütün dünyaya gücümüzü kabul ettireceğiz. En ücra köşelere kadar gidip, düşmanlarımızı yere sereceğiz. Şimdi gidin, iyice dinlenin, yarın zafer bizim olacak! Dünya bizimdir!
-Dünya bizimdir!
Bu konuşmadan sonra Savaş Yıkıcı, yardımcılarını toplantıya çağırdı. Onlara yaptığı planı anlattı:
-Beyler, ben bu akşam televizyona çıkıp, dünyanın hemen hemen her bölgesine yayın yapacak olan bir konuşma yapacağım. Bu konuşma, yapacaklarımıza toplumların hazır olmalarını ve bizi desteklemelerini sağlayacak. Desteklemeyenler ise, zaten çoktan öbür dünyayı bylamış olacaklar… Ben konuşmamı bitirip de buraya geldiğimde, herkesi hazır görmek istiyorum. Sabaha karşı buradan çıkacağız; siz de şimdiden diğer bölgelerdeki birimlerimizi haberdar edin, onlar da hazır olsunlar. Zafer yakındır…
Barış Ölmez, karısı Sevgi’yle evinde oturuyordu. Döndü, hamile eşine baktı. “Her haliyle güzel” diye düşündü, sonra dayanamayıp Sevgi’nin yanağına sıcacık bir öpücük kondurdu. Sevgi şaşırmıştı, gülerek eşine baktı;
-Hayırdır Barış, ne bu sevgi birdenbire?
-Ne var canım, sevgili eşimi öpemez miyim “birdenbire”?
-Yok, yani öpersin, ki öp tabii de, artık hamilelikte aldığım kiloları kabullenmiş görünüyorsun, laf etmiyorsun artık? Güzel mi gözüküyorum yani?
Barış güldü, ya onlar gidecek zaten o konuda düşüncem değişmedi, dedi ve ekledi, ama sen benim için her zaman her halinle güzelsin sevgilim…
-Canım benim, diyip sarıldı Sevgi. Söz, bütün bu fazlalıklar gidecek… Aa Barış, dedi birdenbire Sevgi. Unutuyordum neredeyse, televizyonu açsana dizim başlamıştır, kaçırmayayım.
-Tamam, dedi Barış. Açalım bakalım şu çok önemli dizini…
Barış televizyonu açtı, ancak açtığı kanalda dizi yerine son dakika haberi veriliyordu. Baktı, “hayır, olamaz” dedi, Sevgi;
-Ne oldu Barış, kim bu adam? Neden çıkmış televizyona, ne istiyormuş?
-Sevgilim, bu adam Savaş Yıkıcı… Kendisi benim bölüğümde üst düzey askerdi, ancak çok şiddet yanlısı olduğu için biz bunu atmıştık. En son duyduğumda, bağımsız bir ordu kurmuş, sözde uluslar arası barışın sağlanması için çalışıyormuş. Ordudan atıldığında, dünyayı ele geçirme gibi zırvalardan bahsediyordu, umarım bu tür emelleri yoktur…
-Umarım Barış, sesini açsana bakalım ne diyormuş…
-Ey insanlar, diye söze başladı Savaş Yıkıcı. Görüyorsunuz ki, dünyada büyük bir karışıklık ortamı mevcuttur. Bu ortam, insanların, bizden öncekilerin uzun yıllar boyunca sürdürdüğü bu mükemmel düzene karşı çıkmalarından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki insanlar, bu düzenin vazgeçilmez ve alternatifsiz olduğu gerçeğini kavramalıdırlar. Bu düzene alternatif olarak sunulan bir sürü düzen kuruldu, peki ne oldu? Büyük çoğunluğu yıkıldı, zar zor ayakta kalabilenler ise, berbat bir durumda. O yüzden, şu görülmelidir: Mevcut düzen, bizim tek seçeneğimizdir! Bizler, bu düzenin bekçileri olarak, onu korumak için ne gerekiyorsa yapacağız. Bu düzeni bozmak isteyenler! Hesap günü yakındır…
-Barış, şaşkınlık içinde öylece kalakalmıştı. Bir hıçkırık sesi duydu, Sevgi ağlıyordu. Onun gözünden akan yaşları sildi;
-Merak etme, onu durdurmanın bir yolunu bulacağım, dedi. Sevgi:
-Ya sana bir şey olursa? Ben sensiz ne yapa…
-Hişşt, lütfen Sevgi. Bunları düşünme. Hem bak şunun şurasında doğurmana ne kaldı ki? Zaten hala bebeğimizin cinsiyetini bile bilmiyoruz…
-Bunu konuşmuştuk Barış, ikimizin çocuğu olduktan sonra, cinsiyetinin ne önemi var?
-Haklısın karıcığım, hadi sen yat artık, ben de birazdan geleceğim.
-Peki, iyi geceler…
-İyi geceler sevgilim, dedi Barış. Sevgi odaya gidince, biraz daha oturdu. Bir şeyler yapmalıydı, ama ne? Bu adam çıldırmıştı, mutlaka durdurulmalıydı. Düşündü, eski silah arkadaşlarından bir ordu kurmalıydı. Bunu hemen uygulamalıydı, yoksa çok geç olabilirdi. İçeri gitti, Sevgi uyumuştu. Onu öptü, gidişi ve yapacaklarıyla ilgili bir not yazdı, usulca çıktı. Barış, Savaş’ı durdurmalıydı…
-Kim Barış Ölmez mi beni durduracak? Güldürme lütfen, dedi Savaş yardımcısına. O kim oluyor ki, basit bir asker emeklisi sadece, diye devam etti. Sürekli dostça, kardeşçe yaşamaktan bahseden korkağın tekidir o. Onu yakaladığım yerde kendi ellerimle öldüreceğim. Hadi herkes hazırlansın, neredeyse güneş doğmak üzere. Dünyayı asıl sahibine geri döndürme zamanıdır…
-Savaş Yıkıcı’nın orduları, sabahla birlikte, dünyanın her yerinde “düzen bozucular”a saldırmaya başladılar. Her sabah aydınlık getiren Güneş, bu sefer bir felaket getirmişti… Her yerde çığlıklar, silah sesleri, bombalar, cesetler, kanlar… Tüm dünyanın üzerine karanlık bir bulut çökmüştü sanki… Her taraf karanlık ve alabildiğine kırmızıydı… Ölüm siyah, kan kırmızıydı, bu iki renk, hiç olmadığı kadar iç içeydi…
Savaş Yıkıcı, bu tablodan adeta sarhoş olmuştu. Bu karmaşanın bizzat içindeydi, aklında iste tek bir hedef vardı; Barış Ölmez… Onun, mutlaka kendisini durdurmaya çalışacağını biliyordu, ve bunu denemesini her şeyden çok istiyordu… Ancak bu şekilde onu öldürebilirdi… Sonra, baktı, bir yerden kendi askerlerinin çığlıkları geliyordu. Hemen seslerin geldiği yere döndü, evet oydu, Barış gelmişti. Ordusuna emir verdi ve gelenlerin üzerine doğru koşmaya başladı…
Barış Ölmez, tek seçeneğin, ordusunu toplayıp Savaş Yıkıcı’nın üzerine gitmek olduğunu anlamıştı. Eğer o durdurulursa, bu felaket de biterdi. Hemen ordusuyla beraber Savaş’ın bulunduğu yere doğru yola çıktılar. Vardıklarında, hemen etrafına göz gezdirdi; evet, Savaş, oradaydı. Etraflarındaki askerleri defettikten sonra, Savaş ve ordusunun kendileri üzerine koştuklarını gördü, ordusuna “İleri!” talimatını verdi ve ordusuyla gelenlerin üzerine doğru koşmaya başladı…
Müthiş bir çarpışma yaşanıyordu… Beyaz, siyah kalmamıştı artık, herkesin tek bir rengi vardı, kırmızı… Savaş, Barış’ın arkasının kendisine dönük olduğunu gördü, ona doğru ateş etti… Barış yere yıkılmıştı… “Barış vuruldu!” diye bir ses duyuldu, bunun üzerine Barış’ın ordusunda bir anlık kargaşa yaşandı, ama kendilerini çabuk toparladılar. Hemen iki üç kişi, Barış’ı tuttular, arka taraflara kaçırmayı başardılar. Çarpışma tüm şiddetiyle devam ediyordu…
Savaş, Barış elden kaçınca öfkeden deliye döndü. Ordusunu topladı ve bundan sonraki adımını düşünebilmek için oradan ayrıldı… Bir dahaki sefere onu kaçırmayacaktı…
Cepheden oldukça uzaklarda, sağlık ekibi konuşlanmıştı. Barış hemen buraya getirildi, yarası oldukça ağırdı. Bu arada, Sevgi koştu yanlarına, sabah notu bulduğunda, hemen emekli bir general olan babasını aramıştı perişan bir halde… Babası, Savaş’ın yerini öğrenmişti, böyle bir günde hem kızını hem de damadını yalnız bırakamazdı, hemen kızını da alıp savaş alanına doğru yola çıkmıştı… Sağlık ekibinin yanından geçerken, damadını görmüştü, hemen gitmişlerdi oraya… İşte, Sevgi eşini gördü, orada kanlar içinde ve neredeyse baygın bir şekilde yatıyordu… Ağlayarak sordu:
-Barış, neden? Neden yaptın bunu?
-Lütfen sevgilim, bana kızma… Bu adamı durdurmak gerekli, ben yapamasam da birileri mutlaka yapmalı… Barış, bunu dedikten sonra, Sevgi’nin babasına döndü; sizden ricam, ek kuvvetler toplayıp bu adamı durdurun lütfen… dedi. Ondan onay alınca Sevgi’ye döndü:
-Sevgilim, seni her zaman sevdim, senin kollarında ölüme gidiyorum, bu muhteşem bir ölüm… Lütfen kendine dikkat et, çocuğumuza da iyi bak… Senden tek bir ricam var; çocuğumuza Umut ismini koy… Ona iyi bak, onu koru… Barış ölse de, Umut Ölmez…
8 Ağustos 2009 Cumartesi
...Hoşgeldinizz...
Amaç meşhur olalım herkes bizi okusun mutlu olalım değil tabi ki... Sadece yazmak istedik ve bu hep birlikte olsun dedik. Zamanında birkaç sözlükte de yazarlık yaptık kimimiz ama oradaki dar kalıplara başlıklara oturtma çabası içinde olmak istediğimiz zevki sunmadı bize.
Canlı hep canlı olmak için de bir arada olmayı seçtik kibarca. Kimseye rakip değiliz, birbirimize destekçi, sevgimize yardımcı olalım dedik yalnızca. Umarım elimizden geleni yapmamız bizi de bizi okumak isteyenleri de mutlu eder.
Farklı dallarda, konularda yazanlarla el birliğiyle mutlu olma amacıyla yazacağız, okunmasını da isteriz elbette, okuyanlardan da gelen iyi kötü eleştiriler bizi daha iyiye yönlendirecektir diye umuyorum. Kanımca tüm bu dilekler bizi büyük bir hazla yazmaya sevkeder ve bizi bir arada tutar. Okuyan ya da okumayı düşünen herkese çok teşekkürler şimdiden...
Sabırsız Kelimeler'e yetişebilmek için Sabırsız Kelimeler'de buluşmak amacıyla...
Tanışma...
Tasarladığımız içeriğe gelecek olursak, bu blogun sade bir günlükten öte bir şey olmasını düşünüyoruz... İçinde öyküler, şiirler, fantastik hikayeler, gerçek hayattan kesintiler, düşünceler, özlemler, ve daha bir çok şey olacak; yazarlar neyi becerdiğini düşünüyorsa, onu yazacak... Buraya yazmayı düşünen kişilerin tamamı(ilerde değişebilir ama şimdiki durum bu)daha önce profesyonel yazarlık yapmamış insanlar... Dolayısıyla, pek de beğenilmeyen yazılar olabilir, yapıcı eleştirilere açığız, inanıyorum ki yazma hevesi oldukça yazarlarımız daha da iyiye gidecekler...
Evet, Sabırsız Kelimeler'in ilk yazısı bu, ilerde bu yazının yüzlerce yazıyla desteklenmesi, çok sayıda okuyucuya ve yazara hizmet vermesi dileğiyle... Cesaretle başladık, mutlulukla devam edelim...