21 Ağustos 2009 Cuma

AĞABEYİ YOLUN SONUNDA BEKLİYOR

Küçük bir şehrin küçük bir istasyonuydu. Trenler nadiren geliyordu, buraya uğrayan pek olmazdı, demiryolu büfesinde geceleri sıkıntıdan uzun süre oturan insanlar artık birbirlerini iyi tanıyorlardı: ucuz şarap, bira ve çaktırmadan içeri sokulmuş votka içerlerdi; sabah başlarında şiddetli bir ağrıyla sersemlemiş bir halde işe giderlerdi. Ilık ve boğucu bir yaz gecesi o adam geldiğinde herkes başını kaldırdı. Garip bir görünümü vardı: yüzü öylesine buruşmuştu ki, kimse yaşını tahmin edemezdi, sırtı yay gibi eğriydi, gözlerindeki ifadeyi delicesine bir şaşkınlık olarak belirtmek mümkündü. Eşikte durmuş, şapkasını elinde buruşturarak yüzünde aptal bir gülümsemeyle etrafına bakınıyordu. Muziplik yapmak isteyen bir çocuk gibi ağırlığını bir bacağından ötekine geçirip duruyordu. Başını iyice öne eğmişti ve kendisine bakanlara biraz yan döndüğü sırada büfedekiler adamın ensesinde kambura benzer etli bir yumru olduğunu fark ettiler. Genç yaşta fiziksel olarak ağır işlerde çalışmaya başlayan erkeklerde olduğu gibi.
Uzun bir süre öylece ayakta kalmış, aynı meraklı gülümsemesiyle etrafına bakıyordu. Sonra biraz daha eğildi ve bir kadınla iki genç adamın oturduğu kenardaki ilk masaya yaklaştı çabucak. Yanlarında dikildi ve elini masanın kenarına dayayıp kadına doğru eğildi ve gözlerini açarak kadına baktı. Kadın bir hışım geri çekildi.
− Ne istiyorsunuz? - diye sordu gençlerden biri. Sarı saçları ve yanık teniyle hoş bir delikanlıydı; boyun kısmı genişçe açık mavi gömleği, bu renk zıtlığını daha da belirginleştiriyordu. Biraz bekledi, kambur cevap vermeyince soruyu tekrarladı:
− Bizden ne istiyorsunuz?
Kambur adam susuyordu. Gözlerini ayırmadan kadına bakıyor ve sevinçle gülümsüyordu.
− Ne istiyorsunuz? - diye tekrar sordu yakışıklı genç ve devam etti:
− Siz bizim muhatabımız olamazsınız, bunun farkındasınızdır herhalde. Cehennemin dibine gidin.
Kadına bakan adam kılını bile kıpırdatmadı, doğruca kadının yüzüne bakıyordu, gözleri ise her geçen saniye daha bir açılıyordu. Bunun üzerine diğer genç adam hızlı bir hareketle adamın elini masadan itti.
− Çek git - dedi - git buradan, yoksa kötü olacak. Sana söylüyorum: hemen çek git buradan.
Kamburu arkasından itti. Adam ağır ağır, gönülsüzce uzaklaştı. Etrafına dikkatle bakarak kısa bir süre salonda şöyle bir dolaştı, sonra yine bir masanın yanında durdu. Bu masada parlak elbiseli bir kadın iki askerle oturuyordu. Üçü de biraz çakırkeyifti, etraftaki diğer insanları umursamadan kendi aralarında eğleniyorlardı, kamburun yanlarına gelmesi hiçbirinde bir şaşkınlık yaratmadı.
− İçmek mi istiyorsun dostum? - diye sordu askerlerden biri, bira bardağına şarap koydu ve kambura uzattı. – İç - dedi − ve bizi iyi hatırla.
Kambur kadehi almadı. Kadına baktı ve hiçbir şey söylemedi. Dişsiz diş etlerini göstererek gevrek gevrek gülümsedi, kadın başını çevirdi.
− Zaten sarhoş – dedi - onu rahat bırakın. Yeterince içtiğinin farkında herhalde.
− Hayır, hayır - dedi asker. Bardağı bir kenara itti. – Otur canım - dedi kambura. – Otur da kendinden bahset. Nerelisin?
Kambur susuyordu, buruşmuş yüzü sanki büyük bir bardak votka içmiş gibi aniden kızardı. Kadın birdenbire sinirlendi.
− Dilsiz - dedi öfkeyle. Askerlerden birine döndü: − Söyleyin gitsin buradan. Birkaç dakika huzur içinde oturamayacak mıyız? Gitsin.
Başından beri sessiz duran diğer asker aniden:
− Evet, evet, git buradan.
Kambur adam buna rağmen de gitmeyince, kızarmış yüzünü ona doğru eğip tıslayarak:
− Uza, anladın mı? - dedi.
Kambur bir an öylece kaldı, sonra bir adım attı ve dönüp kadına baktı. Onu kenardan izleyenler kamburun, gözleri sanki tek bir görüntü algılıyormuşçasına kadından başka bir şey görmediği izlenimine kapılmışlardı. Bu pek hoş bir durum değildi. Masadakiler kısa bir süre sessiz kaldılar, askerlerden biri yüksek sesle arkadaşına şöyle dedi:
− Anlaşılan, insan dilinden anlamıyor.
− Polis çağır - dedi kadın başını çevirerek. – Yapacak başka bir şey yoksa, polis çağır.
− Burada, bu istasyonda mı? Tanrıyı çağırmak bile daha kolay.
− Bekle - diyerek birden canlandı ikincisi. –Ben onun icabına bakarım.
Elini kemerine atıp tabanca çıkarır gibi numara yaparak, kambura doğru nişan aldı ve yüksek sesle bağırdı:
− Tak, tak.
Kambur adam elleriyle gözlerini kapadı ve beceriksizce geri çekilmeye başladı. Kapıda ayağı eşiğe takıldı ve düştü. Sonra çarçabuk kalktı ve kapıyı bile kapatmadan kaçıp gitti. Oradaki herkes gevrek gevrek güldü.
− Ne garip adam. - dedi kadın.
− Ne de olsa onun gibi insanlara her zaman rastlanmaz.
− Deli mi ki acaba?
− Allah bilir.
− Az mı deli var bu dünyada? Herkes biraz delidir.
− Bir deli çıplak bir kadın görmek isteyince ne yapar, biliyor musunuz?
− Ne?
− Evlenir.
− Seni ahlaksız! Ama o deliye benzemiyordu.
− Evlenen erkekler de deli gibi görünmezler.
− Eğer böyle konuşmaya devam edersen, çeker giderim.
− Burada başka arkadaş bulamazsın. Bizim arkadaşlığımıza mahkumsun.
− Trenimiz saat kaçta gelir?
− Daha zaman var. Saat beşte. Allah’ım yine geldi…
Üçü de başını çevirdi. Kambur adam kapıda durmuş, etrafı dikkatlice inceliyordu, ilk fark ettikleri şey, yüzünden hiç silinmeyen o gülümsemeydi. Birkaç saniye öylece dikildi; orada bulunan hiç kimsenin onu dışarı atmaya niyeti olmadığını anlayınca yavaşça salonun ortasına geçti. Bir grup insanın oturduğu bir masanın yanında durdu; masada oturanların önlerinde duran boş şişelerin çokluğu, sabahtan beri boş durmadıklarının kanıtıydı. Kimse ona aldırmadı; kazık gibi öylece dikiliyordu. Bir anda elini kaldırıp kadınlardan birinin omzuna dokundu ve elini kadının omzunda çok sevecen bir şekilde gezdirmeye başladı. Kadın yavaşça başını çevirdi, ama yanında yabancı bir adam görünce çığlığı bastı ve yanındaki adama sokuldu. Adam öfkeden mosmor kesilerek ayağa kalktı.
− Ne var, cehennem olası? - dedi - Ne var, utanmaz herif? Sen kendini ne zannediyorsun?
Öfkeden deliye dönmüştü, hırsını alamayarak kamburun ağzının ortasına güçlü bir yumruk indirdi.
Kambur geri çekilmedi, hatta adamın yüzüne bile bakmadı. Ağzından akan kanı yaladı ve kadına bakmaya devam etti. Kadının omzuna tekrar dokunmak ister gibi, elini yukarıda tutuyordu. Yüzündeki gülümseme ve yaptığı bu hareket adamın öfkesini fena halde körükledi. Bu sefer çok daha şiddetli biçimde iki kez vurdu: bir yüzüne, bir midesine. Kambur acıdan kıvranıyordu; adam o sırada yüzüne yıldırım hızıyla tekme attı. Kambur boylu boyunca yere serilmişti.
− Yeter mi? - diye sordu adam. Soluk soluğaydı, terli alnını silmeye başladı; büyük kareli mendili sırılsıklam olmuştu.
Köşedeki masada oturan iki demiryolu görevlisi yerlerinden kalktılar. Boylu boyunca yerde uzanan adamın yanına yaklaşıp üzerine eğildiler.
− Bu kadarı yeter - dedi birisi. Kamburu döven ve hala ayakta duran adama döndü. – Onu perona çıkarıyorum. Temiz hava iyi gelir.
− Hayvan - diye homurdanıp oturdu.
Demiryolu görevlileri yatan adamı kollarından yakaladılar ve perona çıkardılar. Gece boğucuydu, nefes almakta zorlanıyorlardı, üniformalarının sert yakaları onlara azap veriyordu. Etrafta kömür ve güneşten ısınmış yaprak kokuyordu. Uzakta semaforların yeşil ışıkları üzerinde Büyük Ayı ‘nın solgun yıldızları parıldıyordu.
− Daha iyisin ya? - diye sordu kambura görevlilerden biri.
Başını salladı.
− Ağabeyinin nerede olduğunu öğrendin mi?
Ne bir şey söyledi, ne de bir baş hareketi yaptı. Görevli kemerinden fenerini çıkardı ve kendi yüzüne tuttu.
− Sana söyleyeceklerimi anlar mısın?
− Evet - dedi kambur.
− Ağabeyin nerede oturuyor, biliyor musun?
− Hayır, bilmiyorum.
Bir an sessiz kaldılar. Görevli feneri biraz daha yukarı kaldırdı.
−Dinle – dedi - şu demiryolu hattını görüyor musun?
− Evet, dedi kambur.
− Şu demiryolu hattı boyunca git. Bir kilometre, belki de iki. Ben bugün senin ağabeyinle görüştüm. Seni bekleyeceğini söyledi. Onunla buluşacaksın. Bana seni yanına alacağını söylemişti. Anladın mı?
− Evet - dedi kambur.
− Hadi git o zaman. Sigara ister misin?
− Hayır - dedi kambur. Gitmem gerek. Eğer beni bekliyorsa gitmem gerek. Sonra yanınıza ağabeyimle beraber gelirim.
Yola koyuldu. Arkasından demiryolu hattında traverslere takılarak nasıl koştuğuna baktılar.
− On dakika sonra bu hattan tren geçecek - dedi o ana dek sessiz kalan görevli.
Diğeri ışıklı saate baktı.
− Sekiz dakika sonra.
− Güneş doğuyor. Cep fenerini kapatabilirsin.
− Birkaç gün sonra güneş artık daha geç doğacak.
− Hiç mi duymuyor?
− Kütük gibi sağır. Bir adım arkasından vurabilirsin onu.
− Hapiste mi sağır olmuş?
− Evet. Belki de daha önce.
− Mutlaka ona içerde bir şeyler yapmışlardır.
− Hiçbir fikrim yok. Belki de üzerinde bazı sorgu teknikleri denemişlerdir.
− Bu konu hakkında hiçbir şey duymak istemiyorum, anlıyor musun? Beni hiçbir şey ilgilendirmiyor. Bu konuda bir şey duymak istemiyorum.
− Dinleme o zaman.
Tekrar bir sessizlik oldu. Güneşin kırmızı küresi ufukta göründü. Islak raylar güneşin ışınları gibi parıldıyordu. Kambur ileride raylar arasında koşuyordu.
− Kaç sene yattı?
− On bir sene. Partizanlık nedeniyle. Şimdi de salıvermişler.
- Kimsesi yok mu?
− Yok - dedi görevli – Ayrıca biraz da kafayı sıyırmış. Hapse düştüğünde, daha çocukmuş. Bir zamanlar bir ağabeyi varmış, hep onu bekliyor, hep onu arıyor. Bu ağabeyi uzun zaman önce ölmüş, ama o buna inanmak istemiyor. Ne de olsa hapishanede geçen on bir yıl insanda iz bırakır.
− Tüm bunları nereden biliyorsun?
− Üç gün önce hapishaneden çıkanlarla geldi. Genel aftan salıvermişler. Diğerlerini aileleri, karıları vs. bekliyordu, ama onu bekleyen kimse yoktu. Dün bütün parasını çalmışlar. On bir sene hiç kadın görmemiş, onlara öyle bakması bu yüzden. Şamar oğlanına döndü, gelen vuruyor, giden vuruyor.
Saatin altındaki banka oturdular.
− Ağabeyini bulamazdı ki - dedi görevlilerden biri.
−Yaşamıyor da ondan.
− Doğru. Belki de onu bakımevine alırlar, ne dersin?
− Dört duvar arasına mı? Ayrıca… Bu konuyla ilgilenecek zamanın var mı?
− Yok.
− Böylesi daha iyi olacak.
− Anladım. Trenin gelmesine iki dakika kaldı…
Aniden arkadaşına döndü.
− Baksana – dedi - Bekleme salonunda kendisine seslenirken yüzüne ya da gözlerine baksalardı, dayak atmak zorunda kalmazlardı, değil mi?
− Kesinlikle - dedi diğeri – Kesinlikle…
Tren gürültüyle geldi, gümbürtüsü kesildiğinde görevli şöyle dedi:
− Bir dakika erken geldi. - Yerdeki taşa bir tekme atıp acı acı gülümseyerek: − Öyle ya - dedi. Herkes yüzümüze bakabilseydi…


Marek Hlasko
çeviren:enigma

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder