27 Ekim 2009 Salı

Dilsiz Aşkın Masalı...

Geçmiş zamanda bir ülkede, güzeller güzeli bir prenses varmış, sevgi dolu bir hayat yaşarmış. Kalbinde bir damla kötülük barındırmadan herkesi, etrafındaki her şeyi severmiş. Bir gün, prenses bir derenin kenarında dolaşırken, onu bir kurbağa görmüş, yanına sokulmuş,

-“Merhaba!” demiş kurbağa.

Prenses kurbağayı görünce şaşırmış çünkü bu kurbağa, görünüşü diğer kurbağalarla aynı olmasına rağmen, farklıymış.

-“Merhaba!” demiş prenses, yüzünde bir gülümsemeyle ve o günden itibaren çok güzel bir dostluk başlamış.

Gel zaman git zaman, kurbağa git gide bu güzel prensese tanıştıklarından beri aşık olduğunu anlamış. Ama söylerse prensesi kaybedeceğinden korkup, hiçbir şey diyememiş. Çünkü onunla vakit geçirmeyi çok seviyormuş ve onu bu yüzden kaybetmek istemiyormuş. Takip eden günlerde prenses kurbağayı üzgün görmüş ve sormuş;

-Güzel kurbağam ne oldu sana? Eskisi gibi değilsin yüzün gülmüyor?

Kurbağa;

-“Bir şey yok prensesim.” diyerek geçiştirmiş.

Belli bir süre sonra kurbağanın canına tak etmiş ve sonucu ne olursa olsun prensese olan aşkını itiraf etmeye karar vermiş. Kendisine, yarın prensesle konuşacağına dair söz vermiş. Ertesi gün olmuş, prenses gelmiş. Güzel geçen günün ardından kurbağa,

-“Prensesim size söylemem gereken bir şey var.” demiş.

Prenses merakla;

-“Evet dinliyorum? “ demiş.

Kurbağa ıkınmış sıkınmış ama ağzından yalnızca;

-“Vraagk” sesi çıkmış.

Prenses bu sese bir anlam verememiş; kurbağa tekrar söylemiş;

-Vraagk.

Prenses yine anlamadığını dile getirmiş. Bu sese hiçbir anlam yükleyemiyormuş. Kurbağa, içinden “sana söylemeye çalışıyorum ama bir türlü anlamıyorsun...” diye geçirmiş, umutsuzca o küçük kalbindeki koca sevgiyle dostluğuna devam etmiş, aşkını itiraf etmeye çalışmaktan da vazgeçmiş…

Kurbağanın prensese olan aşkı hiç bitmemiş. Günün birinde kendince bir karar vermiş. Onu görmemek için yıllardır yaşadığı nilüferini terk edip gitmiş. Giderken de geriye sadece bir not bırakmış.

Kurbağanın gittiğinden haberi olmayan prenses, kurbağayla buluşmak için derenin kenarına, kurbağanın nilüferinin bulunduğu yere gitmiş. Ama kurbağa orada değilmiş. Meraklanan prenses, etrafa bakınmış, ama kurbağayı bulamamış. Derken, nilüferin üstündeki notu görmüş prenses, şaşkınlıkla notu okumuş. Notta ''Beni hiçbir zaman anlamadın, bu yüzden buralardan gidiyorum... Hoşça kal! VRAAGK!” yazıyormuş. Prenses, kurbağanın neden gittiğine bir anlam verememiş ve çok üzülmüş. Hastalanmış, günlerce, haftalarca ağlamış. Kurbağa aklına her geldiğinde yüzünde hüzünlü bir gülümseme beliriyormuş ama kurbağanın yokluğunu düşününce tekrar ağlamaya başlıyormuş. En sonunda kurbağayı aramaya karar vermiş, nereye gittiğini başka bir kurbağaya sormuş. Kurbağa;

-“Onun nereye gittiğini biliyorum ama o vraagk” demiş.

Prenses anlamamış ve kurbağanın nereye gittiğini tekrar sormuş. Oradaki kurbağa da tekrarlamış cevabını. Prenses, yine anlamamış, tam o sırada kayıp kurbağayı görmüş, koşarak kurbağanın yanına gitmiş. Kurbağa, prensesi görmüş, uzun zamandır hissetmediği o kalp çarpıntısı yine başlamış. Aslında oradan hemen uzaklaşabilirmiş ama prensesi çok özlediğinden kaçamamış. Prenses, kurbağayı büyük bir özlemle eline almış ve demiş ki;

-Neden beni bırakıp gittin?

Kurbağa;

-Sana not bırakmıştım, okudun mu?

Evet, ama sonunda ne yazıyordu anlamadım? demiş prenses.

Kurbağa, hala anlamamış, diye üzülmüş, hayıflanmış. Ama prensese olan özlemi, bu duygunun önüne geçmiş.

Prenses;

-“Bir daha beni bırakmayacaksın değil mi sonsuza kadar beraber olacağız.” demiş.

Kurbağa umutsuzca ama bu hissini dışa vurmamaya çalışarak;

-“Evet” demiş. Kurbağanın umutsuzluğu yaşından dolayıymış. Prenses gençliğinin baharını yaşamasına rağmen, kurbağa yaşlanıyormuş. Çünkü kurbağaların ömürleri insanlara göre daha kısaymış. Ama, prenses bunu bilmiyormuş. Kurbağa, üzüleceğini bildiğinden prensese hiçbir şey dememiş. Sonra ikisi beraber mutlu şekilde sohbet etmeye,dolaşmaya devam etmişler.

Aradan yıllar geçmiş, kurbağa gittikçe yaşlanmış. Prenses bir gün kurbağanın yanına gitmiş. Ama bir kalabalık kurbağanın başındaymış. Prenses, meraklanmış, koşarak kalabalığın arasına girmiş. Kurbağayı nilüferinin üstünde son nefesini verirken görmüş,hıçkırıklarla;

-“Hani bana söz vermiştin, sonsuza kadar beraber olacaktık? Neden şimdi beni terk edip gidiyorsun?” demiş.

Kurbağa son anlarını yaşıyormuş. Kendini zorlayarak;

-“Sen beni hiçbir zaman anlayamadın. Ben seni...” demiş ve o ışıltılı gözlerini kapatmış.

Prenses dövünmüş, ağlamış ama bunları yaparken yaptıklarına hala anlam veremiyormuş. Ne de olsa o da diğer dostları gibi sıradan bir hayvanmış. Sonra birden kurbağayla beraber ne kadar eğlendikleri, onun yanındayken ne kadar mutlu olduğu, onu her adını andığında yüzünde beliren tebessümü aklına gelmiş ve ağzından bir kelime dökülmüş;

-Vraagk.

O an, kurbağayı ne kadar çok sevdiğini anlamış ve kurbağayı nasıl geri getirebileceğini düşünürken, aklına küçükken dinlendiği kurbağa masalı gelmiş. Hemen o masaldaki gibi kurbağayı eline almış ve öpmüş ama bir işe yaramamış. Kurbağa ölmüş…

Prenses, elinde kurbağayla ağlamış, feryat etmiş. Neden sonra, nilüferin üstünde bulunan eski nota tekrar bakmış, notu eline almış ve okumuş;

''Beni hiçbir zaman anlamadın, bu yüzden buralardan gidiyorum... Hoşça kal! SENİ SEVİYORUM!''

17 Ekim 2009 Cumartesi

Mucizeler Sadece Masallarda Olur Derler...


Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Borvamir adında bir ülke varmış… Bu ülkede Cerazep adında bir genç kız yaşarmış… Bu ülkede adalet işlerine hep kadınlar bakarmış, Cerazep de buna gönül vermiş ve bunun eğitimini alıyormuş…

Cerazep zamanında bir genci çok sevmiş, ona deliler gibi âşık olmuş, üstelik bu onun ilk aşkıymış ya da o öyle zannediyormuş. Hatta gururunu bir kenara bırakıp o gence duygularını da açıklamış… Fakat genç, Cerazep’ in bu saf ve temiz sevgisini reddetmiş… Bu Cerazep’ in dünyasını yıkmış ve kapılarını aşka sevgiye kapatmış… Hatta bu duyguların varlığını bile inkar eder hale gelmiş; ama yine de hayatına onu tekrar bu duyguların varlığına inandıracak birinin gireceğine dair belli belirsiz bir umut da varmış içinde…

Borvamir’ e komşu bir ülkede ise, Cardimerto adında bir delikanlı yaşarmış… Bu delikanlı, Cerazep ‘in tam tersi olarak hiç kimseye âşık olmamış… İlişkiler yaşamış, her seferinde sevdiğini, âşık olduğunu sanarak… Fakat olmuyormuş, aşık olamıyormuş bir türlü… Bu yüzden çok dertliymiş, hep bu yüzden üzülüp dururmuş… Gittiği felsefe okulunda bile hep bunu düşünürmüş…

Günün birinde Cardimerto, gene sevdiğini sandığı bir kızla birlikteymiş, fakat onu sevmediğini anlamış ve ilişkisini bitirmiş… Çok üzgünmüş Cardimerto ama üzüntüsü ilişkisi bittiğinden değil, yine aşık olamamasındanmış… Bu onun canını çok yakıyormuş… Böyle anlarda hep aşık olacağı genç kızı düşünürmüş, onu beklermiş… Adeta yalvarıyormuş “gel artık” diye… Ama o gelmiyormuş… Ne gariptir ki, o gelmedikçe, Cardimerto ’nun içindeki umut daha da çoğalıyormuş, “o gelecek, sabret” diyormuş…

O gün, Cardimerto bunları düşüne düşüne teslim etmiş kendisini uykuya… Rüyasında, bir genç kızın sesini duymuş… Bu ses daha önce hiç duymadığı, ama kendisine huzur veren, güven ve sıcaklık dolu bir sesmiş… Ses ona şöyle demiş: “Cardimerto seni çok aradım, ama bir türlü bulamadım, ne olur göster kendini bana… Ben Borvamir’ deyim, ne olur gel… Lütfen…” Bu rüyanın etkisiyle uyanan Cardimerto, hiç düşünmeden fırlamış yataktan ve Borvamir ’e doğru yola çıkmış…
Cardimerto bu rüyayı görüp yollara düştüğü günün gecesinde Cerazep de bir rüya görmüş… Onun rüyasına ise, daha önce hiç işitmediği, fakat sıcacık gelen bir delikanlının sesi girmiş… Bu ses, Cerazep ‘e “Bunca zaman bekledim beni bulmanı, sonunda çağırdın beni, işte, ülkene geliyorum, hadi bul artık beni…” demiş. Cerazep sabah kalktığında bu rüyaya çok şaşırmış, çünkü kimseyi çağırdığını hatırlamıyormuş… Ama yine de çıkmış yatağından, zaten küçük bir ülke olan Borvamir ’i dolaşmaya başlamış, aslında kimi aradığını bile bilmeden…

Cardimerto, dokuz gün boyunca ülkede gezilmedik yer bırakmamış… Her tarafı gezmiş, her genç kıza “acaba o mu?” diye bakmış, fakat hiçbiri değilmiş… Ama yine de vazgeçmemiş, okulunu boş verip, o ülkede dolaşmaya devam etmiş… Dokuzuncu günün akşamında, ülkedeki bir çarşıda dolaşırken, küçük bir bahçenin içinde kahve içebileceği bir yer görmüş… Zaten çok da yorgun olan Cardimerto, “bari biraz dinleneyim” diyerek oturmuş ve bir kahve istemiş… O sırada bir genç kız da kahve istemiş, Cardimerto onu duymuş… Bu, O’ymuş…

Aynı Cardimerto gibi, dokuz gündür o ülkeyi gezmekte olan Cerazep de iyice yorgun düşmüş, üstelik umudu da yavaş yavaş tükenmeye başlamış… Dokuzuncu günün akşamı, o çok sevdiği çarşının içinde dolaşıyormuş… Derken, hep duyduğu, fakat bir türlü fırsat bulup gidemediği küçük bir bahçe içindeki yeri görmüş, “hazır gelmişken girip bir kahve içeyim, hem yorgunluğumu da atarım” diye düşünmüş, girip oturmuş oraya… Bir kahve istemiş, o sırada bir delikanlı da kahve istemiş, Cerazep onu duymuş… Bu O’ymuş…

O anda ikisi de sanki kırk yıldır tanışıyormuş gibi gülümsemişler birbirlerine… İkisinin de içine ılık bir şeyler akmış, ikisinin de kalpleri yerinden çıkarcasına atmaya başlamış, hatta midelerinde kelebeklerin uçuştuğuna yemin bile edebilirlermiş… Hiçbir şey diyememişler, aslında bir şey demelerine gerek de yokmuş zaten, gözler her şeyi anlatıyormuş çünkü… Kahvelerini içmişler ve hiç konuşmadan, el ele çıkmışlar oradan…

Üç gün boyunca Cerazep’ in eve gitmesi gereken günler dışında hiç ayrılmamışlar birbirlerinden… Her şeyi konuşmuşlar, paylaşmışlar, birbirlerine iyice vurulmuşlar, gerçek aşkı keşfetmişler… Cerazep aslında aşkın bu olduğunu, önceden hissettiklerinin sadece bir beğeni ve ulaşılmazlık olduğunu anlamış; Cardimerto da aşık olmanın ne demek olduğunu görmüş, doyasıya yaşamış…

Bu mükemmel üç günün sonunda, acı gerçekle karşılaşmışlar; Cardimerto’ nun ülkesine dönmesi gerekiyormuş… Üçüncü günün sonunda ayrılmışlar, hem gidenin hem de geride kalanın yüreği parçalanmış, fakat elden gelen bir şey yokmuş… Bu ayrılıkları göze alarak başlamışlar bu mucizevî ilişkiye zaten, ama işte katlanmak dayanılmayacak kadar zormuş… Söz vermişler birbirlerine, birbirlerini bekleyeceklerine dair… Üstelik iki posta güvercini almışlar, haberleşebilmek için… Ve Cardimerto gitmiş…

Bu gidişten sonra, iki sevgili her gün ne yaptıklarını anlatan, aşklarını sevdalarını anlatan mektuplar yollamışlar güvercinleriyle birbirlerine… Bu iki güvercinin adları; Eren ve Cerenmiş, bu isimleri çok sevdikleri bir aşk masalından almışlar… Bu güvercinler ikisine de umut olmuş, sevdalıları birleştirmiş…

Ara sıra, fırsat buldukça Cardimerto Cerazep’ ini görmeye gelirmiş… İşte o anlar, zaman su olur, akar, Cardimerto’ nun gidiş zamanı hemencecik gelirmiş, o büyülü anlar çabucak bitermiş… Bu gidişler yüreklerini sızlatsa da, aslında bilirlermiş ki, her ayrılık bir sonraki kavuşmanın başlangıcıymış…

En sonunda ikisinin de okulları bitmiş, ikisi de iyi birer iş sahibi olmuş ve Cardimerto ailesiyle gelip Cerazep’ i istemiş… Cerazep’ in ailesi bu büyük aşktan haberdarmış ve bu isteği olumlu karşılamışlar… Nihayet iki aşık birbirlerine kavuşmuşlar, ömür boyu birbirlerine adeta taparak, mutlu ve sevgi dolu bir ömür geçirmişler…

Çok uzun yıllar sonra, İzrar adında bir genç kız deniz kenarında gezinirken bir şişe bulmuş, içinde birkaç kağıt varmış… Genç kız meraklanmış şişeyi açmaya çalışmış, başaramamış… Şişeyi yere atıp kırmış, almış kağıtları, kağıtlarda bir masal yazılıymış, üstelik içinde ailesinde hep sözü edilen Cerazep ve Cardimerto’ nun isimleri geçiyormuş… İyice meraklanan İzrar oturmuş bir kayanın üzerine ve okumaya başlamış:

“Evvel zaman içinde…”

Not: Masalı ben yazdım, akrepseveramazon da bilgisayara aktardı... Emeğine sonsuz teşekkürler...

12 Ekim 2009 Pazartesi

Sana Geliyorum...

Bitti... Seninle son görüşmemizi yaşadık soğuk telefon titreşimleri içinde. Ben ağladım, sense ağlamamı söyleyip durdun. Ama daha o telefonu açarken kararını vermiştin. Gücüm yoktu, savaşamadım.
Bu aralar tam da canımın acımaması, acısa bile hissetmemem gereken zamanlar diyordum. Hep güvendiğim biri vardı. Hep istediğim gibi beni seven, ileriye dönük hayallerimde başrolde olup hayatımı paylaştığım, uğruna ailemi karşıma almayı göze aldığım...
Şimdiyse bitmişti işte! Tek telefonla silip atmıştı beni hayatından. Nefret mi kusmalı yoksa yalvarıp yakarmalı mıydın bilmiyorum. Ama erkekliğime yediremedim. Güçlü olmalıydım, zaten ağlayarak hata etmiştim, daha fazla alçalmamalıydım onun gözünde ama olmadı...
Tutamadım kendimi, sürekli ona ulaşmaya çalıştım, sürekli arayarak onun deyimiyle taciz ettim kendime göre onun kötü de bir gıdımcık da olsa muhtaç olduğum sesine ulaştım.
Ama artık beni istemiyor, çekti gitti işte bundan ötesi var mı sanki? Hayatında biri olmadığını söylüyor ama nasıl inanırım ki? Beni çok sevdiğini, aşık olduğunu sölemiyor muydu bundan iki hafta öncesine kadar? Ne değişti şimdi? Bu kadar çabuk nasıl silip attı beni?
Yok hayır hala gururuma yediremiyorum bunu... Sadece bitip giden bir ilişki olarak bakamaz bana... Her kavgamızda uğruna dökülen göz yaşları da mı yalandı? Beni unutmadı değil mi? Aynı duyguları paylaşmıyor muyduk onunla? Sırf bu yüzden daha çok sevmemiş miydik? Eee o zaman ben hala deli gibi aşıkken onu görmek için çırpınıp dururken o nasıl arkasını dönüp de gidebildi?
Yapamıyorum işte!! Olmuyor!!! Onsuz nefes alınmıyor sanki? Peki ya o? Biricik sevgilim o nefes alabiliyor mu? Simsiyah saçlarına dolan rüzgar her kıvrımını havalandırdıktan sonra içine dolup onu yaşatıyor mu? Ya benimleyken aldığı kilolar? Şimdi yemek yemeyi bıraktı mı, zayıfladı mı yoksa? O içine baktıkça kaybolduğum, tek bakışının bedenimini tir tir titrettiği gözlerinden yaş dökülüyor mu?
Yoook hayır... Ona birşey olmasın. Ben her acıyı çekmeye razıyım. Tamam o bıraktı beni, vazgeçemiyorum hala ondan ama olsun. O üzülmesin, o mis kokulu tenine üzüntü sinmesin. Arabesk miyim? Sonuna kadar... "Sensiz yaşayamam" derdim ya bebeğim, yaşanmıyor. Buna hayat denmez, belki ölümden önceki son birkaç adım... Ama hayat olması için gerekli olan güneşim sensin ve sen yoksun...
Elini tutup gitme oraya dediğimde gitmeyecektin. Soğuk koğuşlar sana hiç yakışmadı meleğim... Orda bitmemeliydi herşey, ben yetişcektim sana o telefondan sonra, tutacaktım elinden, sarılacaktım sımsıkı... Dudağım dudaklarında vedalaşacaktık, olmadı...
Şimdi her gece benim o kadar dalga geçmeme rağmen silmediğin saçma sapan telefon mesajlarını dinliyorum. Her gece sana oradan iyi geceler diliyorum, ama ben uyumuyorum meleğim... Yatağımız hala sen kokarken nasıl uyuyabilirim ki? Çok erken bıraktın beni, ben sana halaa doyamamıştım. Tenini çok özledim meleğim... Kokun burnumda uzanırken tenine ulaşmaya çalışıp elimin soğuk çarşaflara değmesi korkunç!
Bırakmayacaktın sevgilim, benim sensiz yaşayamayacağımı biliyordun... İşte sana geliyorum birazdan yanında olacağım. Kalbim sıkışıyor ama ne doktora ne çocuklara haber vericem, uğraşmasınlar benimle, çünkü ben mutluluğuma geliyorum, sana geliyorum...

9 Ekim 2009 Cuma

Uykuya Giden Yol…


Rüzgar… İlk defa üşütmüyor tenimi. Düşüncelerimi dalgalandırmıyor, birbirine karıştırmıyor. Gidiyorum. En sevdiğim eylemi yapıyorum. Bu kez farklı. Nereye ve kime? Nasıl bir hayata doğru adımladığımı bilmiyorum. İşte hareket fireni çalmakta gecenin sessizliğine inat. İlk gelen tren. Evet bu. Dünde kalan yenilgilerime inat, beni bekleyen yeni öyküme doğru. Birinci adım, ikinci adım ve ağır kokulu bir koridordan ne kadar süreceğini bilmediğim, sonunda neyin ve kimlerin olduğunu bilmediğim bir yer. İşte dünyadan bir yer ve değişmeyecek olan tek varlık ben. Hareket etmesiyle yüreğimdeki atlılar da eşlik ediyor raylara… *

Etrafıma bakıyorum, tren çok kalabalık değil, tek kişilik bir koltuktayım, trenin istikametinden ters yöne oturuyorum… İşte, benim hayatım bu aslında, yılların gittiği yönün tersine gidiyorum hep, ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım, yıllarla beraber gidiyorum, meğer ters yöne gittiğimi sanıyormuşum da haberim yokmuş… 55 yaşına geldim ve elimde kalan şey bu… Yalnızlık, kimse kalmadı arkamda… Hoş, kalmasını ister miydim, onu bile bilmiyorum… Hep yalnız oldum, hep yalnız kaldım, halbuki sevdiğim bir kadınım vardı, ya da sevdiğimi sandığım, ona bile bağlanamadım… Beni seviyordu, ben de gerçekten sevmeye çalıştım onu, ama olmadı işte, lanet olası kişiliğim izin vermedi bağlanmaya… Neye bağlanabildim ki zaten ömrüm boyunca? Doğru dürüst bir işim olmadı, kendimi ait hissettiğim ne bir yuva, ne bir kent, ne de bir düşünce…. Hiç birisi olmadı. İşin enteresan kısmı, bu bana hiç dokunmadı, ta ki bir anda her şeyi bırakıp gitmeye karar verene kadar… İnsanoğlu ne ilginç bir varlık, belki de garip olan benim de kendime itiraf edemiyorum, bir kararla bütün hayatını akıp yeni ufuklara yelken açabiliyor… Gittiği yeri bilemese bile…

Hakikaten, nereye gidiyorum ki ben? Önüme gelen ilk trene bilet vermesini söyledim gişedeki görevliye, nereye gittiğini bile söyletmedim, kendime sürpriz yapacağım… Ne bilete baktım, ne de trenin adına, sadece gidiyorum işte… Bu kez hayata meydan okuyorum; malum, hayatta gittiğimiz yer belli, ölüm… Ama ben, nereye varacağını bilmediğim bir trendeyim, böylece hayatı alt etmiş oluyorum… İyi de, benim trenin nereye gideceğini bilmemem, onun nereye gittiğinin belli olmamasını gerektirmez ki… Bir insan, ölüme gitme düşüncesini hiç aklına getirmese de ölüme gidecektir eninde sonunda, yani aslında benim nereye gittiğim de bir bakıma belli işte… Of, yine mat edemedim hayatı, bu sonsuz dileğimi bir kez olsun gerçekleştiremeyecek miyim ben? Acaba nereye gidiyor, burada bulunanlara bakılırsa bir kente gidiyor, yakınlarda hangi kentler vardı? Yo, hayır, ben de trenin gittiği kentte değil de yoldaki bir istasyonda inerim, böylece gerçekten nereye gittiğim belli olmaz… Peki, istasyondaki tabelaları ne yapacağım? Hiç bakmasam da, bir şekilde görürüm elbet… Neyse, şimdilik bu düşünceyi unutayım, yoksa kafayı yiyeceğim… Benimki de laf işte, sanki çok akıllıyım da… Şu anda içinde bulunduğum durumun bile hiçbir mantıklı açıklaması yokken, hayata karşı gelmeye çalışıyorum bu küçücük varlığımla… En iyisi biraz uyku, belki bunlardan uzaklaşabilirim… Uyku, al beni koynuna, en azından birazcık kendimden uzaklaşayım… Uyku… Sana teslim oldum…

* Yazarımız enigma'nın başladığı yazıya bir devam denemesi...