Bu hayatta her şey insan için… Acılar da, sevinçler de, yaşamak da, ölüm de… Her şeyi tatmalı insan, yaşadıklarından korkmamalı, korkan insan bir şey yaşamamış demektir çünkü… Denemek gerekir, yenilsen de bir daha denemen gerekir, bir dahaki sefere daha iyi yenilmen gerekir…
Bu dünyaya geldik, hepimizin farklı düşünceleri var buraya geliş amacımızla ilgili; kimisi öbür dünya için bir sınav yeri olduğunu söylüyor, kimisi eğlenmek amaçlı, kimisi birey olma derdinde, bazısınınsa ekmek kavgasından bunları düşünecek hali bile yok… Ne düşünürsek düşünelim, kim olursak olalım, karşı koyamayacağımız tek bir şey var: Zaman… İster boş boş otur, istersen de bir saniye bile durmadan çalış, o asla yerinde durmaz… Babandan azar işitirken geçmek bilmez, sevdiğinle beraberken su gibi akar; gece yolculuk yaparken saniyeleri sayarsın, oysaki seni yolcu edenler için göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş gibidir… Bu zamanı değerlendirmek bizim elimizde; verimli olarak yaşanılacak süre en fazla 90 sene, bu gerçekten çok kısa…
İnsana hiçbir şey bitmeyecekmiş, değişmeyecekmiş gibi gelir… Ailen hep oradadır, sevdiklerin yanındadır, ya da tam tersi yapayalnızsındır, bir sıcak gülüşe dünyaları verebilecekken etrafında kimsecikler yoktur… Ama bunlar böyle kalmaz, elbet bir gün değişir… İnsan bunu bilerek yaşadığında, sevincin yanında acı olduğunu, herkesin ölümlü olduğunu bildiğinde hayata daha güçlü devam ediyor… Öyle ya; hiçbir acı kalıcı değil… Bu olmasaydı, insanlar sevdikleri öldüğünde, onların ardından asla yaşayamazlardı, ama yaşıyorlar işte… Bu demek değildir ki onlar hemen unutuluyor, özlenmiyor; o özlem hep baki kalsa da, acının o yakıcılığı kalmıyor demek ki… Bunu unutmamak lazım: Kim olursak olalım, o kaçınılmaz sona doğru hızla gidiyoruz, başımıza her acı gelebilir, bunu bilerek yaşamak gerekiyor… Bunlar çok beylik laflar gibi görünse de, bu basit gerçekleri unutuyoruz ve kendimizi hiçliğe atarak orada ömür tüketiyoruz…
Herhangi bir sebepten acı çeken insan, aşk, ayrılık, ölüm, hastalık, ne olursa olsun, şunu bilmeli: Benden çok daha kötü durumda olanlar var… Sen burada “adam beni terk etti” diye ağlarken, insanlar Irak’ta, Afganistan’da, Somali’de “bugün burada kim ölecek” diye düşünüyor… Ya da “babam bana ipod almadı” diye kendini helak ederken, Doğu’da bir çocuk “yemek yiyebilecek miyim” diye kaygı duyuyor… Evet, herkesin yaşam standartları farklı, herkesin hayattan beklentileri farklı, kabul; ama bir de dünyanın gerçekleri var… Acı, bir yere kadar çekilir; bir müddet sonra aynı ağırlığıyla devam ediyorsa, ya verilen kararda sorun vardır, ya da insan bu acıdan zevk alıyordur… Her şeyle yaşamayı bilmek lazım, sevdiklerimizin değerini bilmekle başlamak lazım… İnsan sevdiğini, özlediğini, pişmanlıklarını, kırıklıklarını sevdiklerine söylemekten kaçınmamalı, önemli olan “sevebilmek”tir çünkü… Sevmek, sevilmekten çok daha onurludur; çünkü bir tek ondan emin olabilirsin… Bunu yapabiliyorsan, bu dünyaya bir imza attın demektir… Kimi sevdiğin önemli değil; belki buna layık biridir, belki değildir; belki işe yaramazın önde gidenidir, belki de dünya tatlısıdır, hiç önemli değil… Sevmeyi başardıysan, hayatta istediğin her şeyi başarırsın… O yüzden, her şeye bir tecrübe olarak bakmak gerekiyor; acılara bile… İnsan acı çekmeden bir şeylerin kıymetini bilmiyor, hayatın değerini kavrayamıyor… Pos bıyık Nietzsche amcamızın da ağızlara sakız olmuş ünlü lafında dediği gibi: “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir...”Daha ne acılar var hayatta, daha da güçlenme fırsatları aynı zamanda…
“Böyle bilmiş bilmiş ahkam kesiyorsun da, sen yapabiliyor musun bu dediklerini?” derseniz, zaman zaman, derim sanırım… Belki de o yüzden bunları yazıp kendime saklayacağıma buraya koyuyorum, pek ziyaretçimiz olmasa da sevdiklerime ve kendime bir tavsiye niteliğinde kalsın… Az çok yapabildiğimiz bir şey bu, umarım hep yapabiliriz… Biraz İclal Aydın tarzı gelebilir şimdi söyleyeceğim, bu durumda itici gelme riski de fazla, ama hakikaten sevdiklerinize sevdiğinizi söyleyin… Ne onlar, ne de siz, ebedi değilsiniz…
Son söz: Acılarla yaşamayı bilmek önemlidir, bu insanı hayata bağlar… Ama pişmanlıklarınızı, sevginizi, özlemlerinizi de söylemekten çekinmeyin… İstediğimiz kadar başarılı olalım, en nihayetinde insan sevdikleriyle ve onu sevenlerle olmak ister… O yüzden, bir acıyı kabullenmek başka şeydir, o acıyı güzelliğe dönüştürmek yerine acı çekmek başka şeydir… Trafik sloganından aşırdığım ve içine argo kattığım(argo bir dilin zenginliğidir, gerektiğinde şiddetle kullanınız!) bir sözle bitirelim bu pazar yazısı tadındaki düşünceler bütününü: Sevenleri sevelim, sevmeyenleri s.ktir edelim! Unutmayın: Kimse sizi sevgisizliğiyle üzemez, buna hakkı yok, kim olursa olsun… Sakın izin vermeyin…
14 Mart 2010 Pazar
20 Aralık 2009 Pazar
Küçücüğüm...
Kızım… Şu anda kollarımdasın, kanlar içinde, yüzünde şarapnel parçaları… O güzel yüzün tanınmaz hale gelmiş; o öptüğüm, kokladığım yüzün şimdi ne halde… Ah, küçücük göğsün minik bir kuş gibi inip kalkıyor hala… Yaşıyorsun, ama ne kadar sürer ki bu halin, iki avucuma sığan körpe bedenin nasıl dayanır ki bu kadar acıya…
Oysa ne de umutluydum senin adına, sen doğduğunda… Dondurucu bir Kasım ayında doğmuştun, annen ne acılar çekmişti… Onun ölümü pahasına sen yaşamıştın, üstelik kimse yoktu yanımızda, kimse yardım edememişti… Öyle ya, kim yardım edecekti, herkes kendi derdinde, işgal güçleri her yeri kuşatmış, bir minicik bebeğe mi bakacaklar… Üstelik bizzat benim de direnişe katılmış olmam, tek başımıza insanlardan uzakta bir evde doğmana sebep olmuştu, etrafımız ıssızdı, sadece annenin çığlıkları vardı… İnsanın kanını donduran, o kadar ölüm görmeme rağmen ilk defa duyduğum ve beni ilk defa korkutan o çığlıklar… Bir yaşam gözlerimin önünde sona eriyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum… Şanssızlık bırakmadı ki yakamızı bebeğim, erken gelmiştin dünyaya, bunu ne annen ne de ben tahmin edemezdik… Düşünemedik işte bu kahpe dünyaya bir an önce gelmek isteyeceğini, bilemedik… Annen son nefesini verirken, bana seni bıraktı ve gitti…
O kadar güzeldin ki meleğim… O kadar temiz, o kadar saftın ki… O anda yine kanlar içindeydi yüzün; ama şimdiki gibi değildi, umut doluydu, bu dünyaya ait değildin… Her şeyin o kadar küçüktü ki… Ellerin, burnun, ayakların, yüzün… Bu benim kızım mı şimdi diye sormuştum kendime, sen benim misin? Bu güzel şey, benim gibi bir zavallıya ait olabilir miydi? Uzun süre sonra ilk defa umut doldum seninle, hayatın güzel olabileceğini hissettim… Bir yerlerde, güzel hayatlar yaşayan insanlar vardı, kandan, savaştan, gürültüden uzak… Tek derdi hayatta kalmak olmayan, mutlu ve özgür insanlar… Evet, oraya ulaşabilirdik, yapabilirdik bunu… İnsan o anda, bir insanın öldüğünü göremiyor, hissedemiyor bebeğim… Annen ölmüştü, ben sana bakarken onun acısını hissetmiyordum… O, sende yaşıyordu, özgürlük senin göğüs kafesinde atıyordu… Başarabilirdik, ülkemi özgürlüğe kavuşturabilir, sen ve ben özgürce yaşayabilirdik… Buna gerçekten inanmıştım, beni inandırmıştın…
Tüm bunlar bana çok uzak geliyor şu anda biliyor musun çocuğum? İşgalcilerin bize attığı bombalar, acımasızca saldırdı üzerimize… Şu geldiğimiz noktaya bak; 1 sene sonra sen yine kollarımda ve kanlar içindesin, ama bu sefer ağlamıyorsun… Bedeninin yavaşça inip kalkması dışında hiçbir hareket yapmıyorsun… Şimdi bu durumu sana nasıl açıklayayım? Sömürgeciler desem, para desem, petrol desem, acımasız kapitalist dünya düzeni desem, anlamazsın ki… Nasıl anlatayım, ne diyeyim sana? Senin hiçbir suçun yok, sırf bu ülkede doğduğun için ölüme mahkûm olduğun gerçeğini nasıl söyleyeyim sana? Seni neden koruyamadığımı, şu anda seni götürecek bir yardım kuruluşunun olmadığını, ölümden başka seçeneğinin olmadığını nasıl söyleyeyim? Bir baba nasıl söyler bunu masum yavrusuna?
Kahretsin, göğsün inip kalkmıyor artık… Nefes almıyorsun, minik bir titreme ve sonrası sessizlik… İnsan, ne kadar kendini hazırlamaya çalışsa da, kucağında yavrusunun ölümünü kabullenemiyor işte… Gitme bebeğim… Seninle beraber özgürlük umutlarımız da ölüyor, umut bitiyor, gitme… Sensiz yapamam, tek umudumdun şu hayatta, gitme… Sana kıyanların çocuğu yok mu, nasıl yapabiliyorlar? İnsan, baba olunca sorguluyor bunları, belki ben de kaç babaya, kaç bebeğe kıydım da haberim yok… Ama artık bitti meleğim… Senle beraber, ben de öldüm… Sen burada uyu sonsuza kadar, annenin ve senin yanına geliyorum kızım… Bekle beni, geliyorum… Ne ülkem var, ne de sen… Artık ben de yokum… Şu soysuz köpeklerden gönderebildiğim kadarını cehenneme gönderip, yanına geliyorum kızım… Korkma,geliyorum…
Oysa ne de umutluydum senin adına, sen doğduğunda… Dondurucu bir Kasım ayında doğmuştun, annen ne acılar çekmişti… Onun ölümü pahasına sen yaşamıştın, üstelik kimse yoktu yanımızda, kimse yardım edememişti… Öyle ya, kim yardım edecekti, herkes kendi derdinde, işgal güçleri her yeri kuşatmış, bir minicik bebeğe mi bakacaklar… Üstelik bizzat benim de direnişe katılmış olmam, tek başımıza insanlardan uzakta bir evde doğmana sebep olmuştu, etrafımız ıssızdı, sadece annenin çığlıkları vardı… İnsanın kanını donduran, o kadar ölüm görmeme rağmen ilk defa duyduğum ve beni ilk defa korkutan o çığlıklar… Bir yaşam gözlerimin önünde sona eriyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum… Şanssızlık bırakmadı ki yakamızı bebeğim, erken gelmiştin dünyaya, bunu ne annen ne de ben tahmin edemezdik… Düşünemedik işte bu kahpe dünyaya bir an önce gelmek isteyeceğini, bilemedik… Annen son nefesini verirken, bana seni bıraktı ve gitti…
O kadar güzeldin ki meleğim… O kadar temiz, o kadar saftın ki… O anda yine kanlar içindeydi yüzün; ama şimdiki gibi değildi, umut doluydu, bu dünyaya ait değildin… Her şeyin o kadar küçüktü ki… Ellerin, burnun, ayakların, yüzün… Bu benim kızım mı şimdi diye sormuştum kendime, sen benim misin? Bu güzel şey, benim gibi bir zavallıya ait olabilir miydi? Uzun süre sonra ilk defa umut doldum seninle, hayatın güzel olabileceğini hissettim… Bir yerlerde, güzel hayatlar yaşayan insanlar vardı, kandan, savaştan, gürültüden uzak… Tek derdi hayatta kalmak olmayan, mutlu ve özgür insanlar… Evet, oraya ulaşabilirdik, yapabilirdik bunu… İnsan o anda, bir insanın öldüğünü göremiyor, hissedemiyor bebeğim… Annen ölmüştü, ben sana bakarken onun acısını hissetmiyordum… O, sende yaşıyordu, özgürlük senin göğüs kafesinde atıyordu… Başarabilirdik, ülkemi özgürlüğe kavuşturabilir, sen ve ben özgürce yaşayabilirdik… Buna gerçekten inanmıştım, beni inandırmıştın…
Tüm bunlar bana çok uzak geliyor şu anda biliyor musun çocuğum? İşgalcilerin bize attığı bombalar, acımasızca saldırdı üzerimize… Şu geldiğimiz noktaya bak; 1 sene sonra sen yine kollarımda ve kanlar içindesin, ama bu sefer ağlamıyorsun… Bedeninin yavaşça inip kalkması dışında hiçbir hareket yapmıyorsun… Şimdi bu durumu sana nasıl açıklayayım? Sömürgeciler desem, para desem, petrol desem, acımasız kapitalist dünya düzeni desem, anlamazsın ki… Nasıl anlatayım, ne diyeyim sana? Senin hiçbir suçun yok, sırf bu ülkede doğduğun için ölüme mahkûm olduğun gerçeğini nasıl söyleyeyim sana? Seni neden koruyamadığımı, şu anda seni götürecek bir yardım kuruluşunun olmadığını, ölümden başka seçeneğinin olmadığını nasıl söyleyeyim? Bir baba nasıl söyler bunu masum yavrusuna?
Kahretsin, göğsün inip kalkmıyor artık… Nefes almıyorsun, minik bir titreme ve sonrası sessizlik… İnsan, ne kadar kendini hazırlamaya çalışsa da, kucağında yavrusunun ölümünü kabullenemiyor işte… Gitme bebeğim… Seninle beraber özgürlük umutlarımız da ölüyor, umut bitiyor, gitme… Sensiz yapamam, tek umudumdun şu hayatta, gitme… Sana kıyanların çocuğu yok mu, nasıl yapabiliyorlar? İnsan, baba olunca sorguluyor bunları, belki ben de kaç babaya, kaç bebeğe kıydım da haberim yok… Ama artık bitti meleğim… Senle beraber, ben de öldüm… Sen burada uyu sonsuza kadar, annenin ve senin yanına geliyorum kızım… Bekle beni, geliyorum… Ne ülkem var, ne de sen… Artık ben de yokum… Şu soysuz köpeklerden gönderebildiğim kadarını cehenneme gönderip, yanına geliyorum kızım… Korkma,geliyorum…
6 Kasım 2009 Cuma
İki Ömür, Tek Karar...
Adam sevmişti… İlk defa, korkmadan, utanmadan, sıkılmadan… Hiç kimseye hesap vermeden, kimseye hesap vermeden, kimseye tek bir kelime dahi etmeden… Üşenmeden, yıkılmadan, kendinden korkmadan…
Adam sevmişti… Bıktırırcasına, korkuturcasına, dünyaya meydan okurcasına… Her şeyi oluruna bırakırcasına, her şeyi planlarcasına… Ne yaptığını bilmeden kendinden geçercesine… Delicesine, delirtircesine, ölürcesine, öldürürcesine…
Adam sevmişti… Kokuyu duyarak, yer gök inleterek, kahkaha atarak, gözyaşı dökerek… Haykırarak, meleklere fısıldarak, içinden her önüne gelene anlatarak… Her yerde onu arayarak, yanındayken bile özleyerek, kayıp gitmesinden korkarak, sadece tek kişiye yönelen sevgisinden utanarak, başka insanların yanında sıkılarak…
Adam sevmişti… Safça, dürüstçe, mertçe, erkekçe… Körce, sağırca, manyakça… Sarhoşça, kafasızca, plansızca, hoyratça… İnsanca, hayvanca, usulca, sertçe, yavaşça…
Adam sevmişti… Kavgalarla, yol ayrımlarıyla, devam edenlerle, geride kalanlarla… Bütün kalbiyle, tüm benliğiyle, ilk aşkının verdiği heyecanla, gerçekten sevmenin ağırlığıyla… Saygıyla, gerilimle, değişimlerle, değişmez inadıyla… Beyniyle, yüreğiyle, bütün bedeniyle, ona ait olan her şeyle… Özlemle, kaybetmeyle… Midesinde uçuşan kelebeklerle, açılan iştahıyla, hayata tutunuşuyla… İlk defa birine ait hissetmeyle, güvenle…
Adam sevmişti… Gürültülü, şiddetli, sinirli, aksiliklerle dolu… Hüzünlü, sevinçli, şanslı, dibine kadar efkârlı… Tutkulu, şehvetli, korkulu, ışıklı… Değerli, kıymetli, hatalı…
Adam sevmişti… İlk defa sevmişti, son defa sevmişti… Adam seviyordu… Adam sevecekti… Ama kelimler bunu anlatmakta yetersiz kalmıştı… Adam derdini anlatamadı bir türlü kadına, kadın da seviyordu oysa, ama adamı anlamadı, kendi de anlatamadı… Bir efsane olacak aşk, bir efsaneye yakışmayacak şekilde son bulmak üzereydi… Peki, ne olacaktı? Birbirlerine sevdalarını anlatabilecek kelimeleri bulabilecekler miydi, yoksa aşk ikisinin de ellerinden kayıp gidecek miydi? Bu muydu büyük aşk, herkes aşk acısı çekmek zorunda mıydı? Bu kadar zor muydu kelimeleri bulmak, bu kadar kolay mıydı iki ömre kıymak? İki gencecik insan, iki kelimenin kurbanı mı olacaktı? Bunun için midir tüm acılar, sıkıntılar, sözler, ayrılıklar, kavuşmalar… Aşkın gözü âşıklara da mı kördü yoksa?
Son zamanlardı yaşadıkları, zor zamanlardı… Hikâyenin sonunu ise tarih yazacak, bizler öğreneceğiz… Şimdilik, her aşkla ilgili hikâyede olduğu gibi, bu hikâye de üç noktayla kendisine ara veriyor… Bu üç nokta, usulca konulan bir virgül mü, yoksa sonu olmayan bir noktalar kümesi mi, bunu zaman gösterecek… Onu görene kadar, kocaman bir boşluk olarak kalacak… Herkesin virgül olmasını istediği, ama ne olacağı belli olmayan üç nokta sadece… Şimdilik… Üç nokta…
Adam sevmişti… Bıktırırcasına, korkuturcasına, dünyaya meydan okurcasına… Her şeyi oluruna bırakırcasına, her şeyi planlarcasına… Ne yaptığını bilmeden kendinden geçercesine… Delicesine, delirtircesine, ölürcesine, öldürürcesine…
Adam sevmişti… Kokuyu duyarak, yer gök inleterek, kahkaha atarak, gözyaşı dökerek… Haykırarak, meleklere fısıldarak, içinden her önüne gelene anlatarak… Her yerde onu arayarak, yanındayken bile özleyerek, kayıp gitmesinden korkarak, sadece tek kişiye yönelen sevgisinden utanarak, başka insanların yanında sıkılarak…
Adam sevmişti… Safça, dürüstçe, mertçe, erkekçe… Körce, sağırca, manyakça… Sarhoşça, kafasızca, plansızca, hoyratça… İnsanca, hayvanca, usulca, sertçe, yavaşça…
Adam sevmişti… Kavgalarla, yol ayrımlarıyla, devam edenlerle, geride kalanlarla… Bütün kalbiyle, tüm benliğiyle, ilk aşkının verdiği heyecanla, gerçekten sevmenin ağırlığıyla… Saygıyla, gerilimle, değişimlerle, değişmez inadıyla… Beyniyle, yüreğiyle, bütün bedeniyle, ona ait olan her şeyle… Özlemle, kaybetmeyle… Midesinde uçuşan kelebeklerle, açılan iştahıyla, hayata tutunuşuyla… İlk defa birine ait hissetmeyle, güvenle…
Adam sevmişti… Gürültülü, şiddetli, sinirli, aksiliklerle dolu… Hüzünlü, sevinçli, şanslı, dibine kadar efkârlı… Tutkulu, şehvetli, korkulu, ışıklı… Değerli, kıymetli, hatalı…
Adam sevmişti… İlk defa sevmişti, son defa sevmişti… Adam seviyordu… Adam sevecekti… Ama kelimler bunu anlatmakta yetersiz kalmıştı… Adam derdini anlatamadı bir türlü kadına, kadın da seviyordu oysa, ama adamı anlamadı, kendi de anlatamadı… Bir efsane olacak aşk, bir efsaneye yakışmayacak şekilde son bulmak üzereydi… Peki, ne olacaktı? Birbirlerine sevdalarını anlatabilecek kelimeleri bulabilecekler miydi, yoksa aşk ikisinin de ellerinden kayıp gidecek miydi? Bu muydu büyük aşk, herkes aşk acısı çekmek zorunda mıydı? Bu kadar zor muydu kelimeleri bulmak, bu kadar kolay mıydı iki ömre kıymak? İki gencecik insan, iki kelimenin kurbanı mı olacaktı? Bunun için midir tüm acılar, sıkıntılar, sözler, ayrılıklar, kavuşmalar… Aşkın gözü âşıklara da mı kördü yoksa?
Son zamanlardı yaşadıkları, zor zamanlardı… Hikâyenin sonunu ise tarih yazacak, bizler öğreneceğiz… Şimdilik, her aşkla ilgili hikâyede olduğu gibi, bu hikâye de üç noktayla kendisine ara veriyor… Bu üç nokta, usulca konulan bir virgül mü, yoksa sonu olmayan bir noktalar kümesi mi, bunu zaman gösterecek… Onu görene kadar, kocaman bir boşluk olarak kalacak… Herkesin virgül olmasını istediği, ama ne olacağı belli olmayan üç nokta sadece… Şimdilik… Üç nokta…
3 Kasım 2009 Salı
Aşk: Duygusal Şizofreni
Yüzyıllardır sorulmuş ancak anlamı tam olarak açıklanamamış duygusal bir oluşumdur AŞK. İnsan doğduktan sonra adını efsanelerden öğrenmiş... İmrenmişiz Havva ile Adem'e, Ferhat ile Şirin’e, Leyla ile Mecnun'a… Hayatımıza katmışız, basit üç harfli ama içi anlam dolu bu kelimeyi... Ne zaman dalgın birini görsek ''Leyla gibi ne dolaşıp duruyorsun'' demişiz, en küçük isyanda Ferhat gibi kendimizi dağlara vurmak istemişiz, sevdiğimize ''aşkımm'' diye sarılmışız... O kadar çok kullanılmış ki bu kelime, o kadar olağan bir şey olmuş ki, ''Aşkımm'' diye sarıldığımız sevgilimizden ayrıldıktan sonra başka birini bulmuşuz ve hiç çekinmeden ona da ''Aşkımm'' diye sarılmışız. Ne de olsa üç harften oluşan basit bir kelimeymiş hayatımızda. Bence bu kadar basit değil bu üç harften oluşan anlamlı kelime. Kendimce açıklayayım dedim. Diyebilirsiniz ''Madem aşk bunca yıldır anlaşılamamış eeeyy Pirket, sen mi anlatacaksın bize?'' Ben size saygı duyarım, siz de benim naçizane yorumuma saygı duyun. Dinleyin bakın ne diyor Pirket;
Kutup ayılarının kürkü çok değerlidir bilirsiniz. Ancak en değerli kürk, üstünde yara-bere olmayan kürktür. Bir gün sıcak su dolu fıçısının içinde yıkanan, bir yandan da elindeki matarasından viski içen avcı, bunun çözümünü düşünüyormuş. Birden, fıçının içinden etrafa sular sıçratarak fırlamış, ''Bulduum!'' diye bağırmış. Hemen üstünü giyinmiş, eline bu sefer tüfeğini değil baltasını alarak koşmuş av bölgesine. Baltasını, keskin yüzü dış tarafa gelecek şekilde buza gömmüş. Üstüne de önceden hunharca katlettiği bir fokun kanını dökmüş, ne de olsa kutup ayıları kana bayılırlarmış… Avcı, kanı döktükten sonra hemen koşarak kendini saklamış bir buz tepesinin ardına. Bir süre geçtikten sonra, kanın kokusunu alan kutup ayısı etrafını kollamaksızın büyük bir iştahla kanın başına geçmiş ve yalamaya başlamış. Yalamaya başlamasıyla birlikte dilinde bir acı hissetmiş, ama kan o kadar tatlı geliyormuş ki dilindeki acıya aldırmaksızın yalamaya devam etmiş. Yalamış, yalamış, inanılmaz bir tat alıyormuş kandan... Yaladıkça daha fazla zevk alıyormuş kandan, çünkü dilinden akan kan daha taze ve sıcakmış, ama bunun kendi kanı olduğunu anlamıyormuş. Saatler geçmiş, sonunda ayı kan kaybından bitkin düşmüş, yere yığılmış. Kafası yere yatık şekilde dilini uzatıp yalamaya devam etmeye çalışıyormuş ve malum son gelmiş. Ayının dili kanın üstünde, gözü hala kanda ölmüş... Avcı, sevinçle yerinden çıkmış, koşa koşa mutlu şekilde ayının ölü bedeninin yanına gitmiş. Avcı, amacına ulaşmış…
Hikâyeden alınması gereken bölüm, elbette ki ''Kutup ayıları kürkleri nasıl zarar verilmeden avlanır?'' değil. Burada şöyle basit bir benzetme yapabiliriz; aşk öyle tatlıdır ki, insan kokusunu almasıyla birlikte hemen üstüne koşar. Bir kere tadını aldıktan sonra bir daha kurtulamaz. Aynı kan gibidir, içinde boğulur, ömründen ömür yer ama yine de ayrılamaz bu duygudan. Ne açlık duyar, ne uykuya ihtiyaç duyar. Kendince hikâyeler üretir, hikâyeler yazar, sanki aşkı kendi keşfetmiş gibi aşkı tanımlar-her kişi âşık olduğu zaman aşkı anlar- ama hiç kimse anlamaz tam olarak ne dediğini. Artık bu duygudan kurtuluş kendi elinde değildir. Ya hain, pis avcı gelecek, o baltayı yerinden çıkartıp, o baltayı kafasına vura vura öldürecek; ya da gelen içli bir avcı ise, gidip ayıyı o baltadan kurtarıp ayının yaralarını saracak. Ama unutmayın ki, dilindeki derin yarıklar hiçbir zaman geçmeyecek, ölene kadar onunla birlikte olacak.
Şimdi bazıları diyebilirler ''Ya oğlum uçmuşsun sen'' ya da anlayabilirsiniz neyden bahsettiğimi, yarın unutabilirsiniz ne okuduğunuzu. Ya da ''Ben kutup ayısıyım'' da diyebilirsiniz. Bense tüm düşüncelere saygı duyarım.
Okuduğunuz için teşekkürler,
Bunlar naçizane
İçimden gelen,
Sabırsız kelimeler…
***Son***
Kutup ayılarının kürkü çok değerlidir bilirsiniz. Ancak en değerli kürk, üstünde yara-bere olmayan kürktür. Bir gün sıcak su dolu fıçısının içinde yıkanan, bir yandan da elindeki matarasından viski içen avcı, bunun çözümünü düşünüyormuş. Birden, fıçının içinden etrafa sular sıçratarak fırlamış, ''Bulduum!'' diye bağırmış. Hemen üstünü giyinmiş, eline bu sefer tüfeğini değil baltasını alarak koşmuş av bölgesine. Baltasını, keskin yüzü dış tarafa gelecek şekilde buza gömmüş. Üstüne de önceden hunharca katlettiği bir fokun kanını dökmüş, ne de olsa kutup ayıları kana bayılırlarmış… Avcı, kanı döktükten sonra hemen koşarak kendini saklamış bir buz tepesinin ardına. Bir süre geçtikten sonra, kanın kokusunu alan kutup ayısı etrafını kollamaksızın büyük bir iştahla kanın başına geçmiş ve yalamaya başlamış. Yalamaya başlamasıyla birlikte dilinde bir acı hissetmiş, ama kan o kadar tatlı geliyormuş ki dilindeki acıya aldırmaksızın yalamaya devam etmiş. Yalamış, yalamış, inanılmaz bir tat alıyormuş kandan... Yaladıkça daha fazla zevk alıyormuş kandan, çünkü dilinden akan kan daha taze ve sıcakmış, ama bunun kendi kanı olduğunu anlamıyormuş. Saatler geçmiş, sonunda ayı kan kaybından bitkin düşmüş, yere yığılmış. Kafası yere yatık şekilde dilini uzatıp yalamaya devam etmeye çalışıyormuş ve malum son gelmiş. Ayının dili kanın üstünde, gözü hala kanda ölmüş... Avcı, sevinçle yerinden çıkmış, koşa koşa mutlu şekilde ayının ölü bedeninin yanına gitmiş. Avcı, amacına ulaşmış…
Hikâyeden alınması gereken bölüm, elbette ki ''Kutup ayıları kürkleri nasıl zarar verilmeden avlanır?'' değil. Burada şöyle basit bir benzetme yapabiliriz; aşk öyle tatlıdır ki, insan kokusunu almasıyla birlikte hemen üstüne koşar. Bir kere tadını aldıktan sonra bir daha kurtulamaz. Aynı kan gibidir, içinde boğulur, ömründen ömür yer ama yine de ayrılamaz bu duygudan. Ne açlık duyar, ne uykuya ihtiyaç duyar. Kendince hikâyeler üretir, hikâyeler yazar, sanki aşkı kendi keşfetmiş gibi aşkı tanımlar-her kişi âşık olduğu zaman aşkı anlar- ama hiç kimse anlamaz tam olarak ne dediğini. Artık bu duygudan kurtuluş kendi elinde değildir. Ya hain, pis avcı gelecek, o baltayı yerinden çıkartıp, o baltayı kafasına vura vura öldürecek; ya da gelen içli bir avcı ise, gidip ayıyı o baltadan kurtarıp ayının yaralarını saracak. Ama unutmayın ki, dilindeki derin yarıklar hiçbir zaman geçmeyecek, ölene kadar onunla birlikte olacak.
Şimdi bazıları diyebilirler ''Ya oğlum uçmuşsun sen'' ya da anlayabilirsiniz neyden bahsettiğimi, yarın unutabilirsiniz ne okuduğunuzu. Ya da ''Ben kutup ayısıyım'' da diyebilirsiniz. Bense tüm düşüncelere saygı duyarım.
Okuduğunuz için teşekkürler,
Bunlar naçizane
İçimden gelen,
Sabırsız kelimeler…
***Son***
27 Ekim 2009 Salı
Dilsiz Aşkın Masalı...
Geçmiş zamanda bir ülkede, güzeller güzeli bir prenses varmış, sevgi dolu bir hayat yaşarmış. Kalbinde bir damla kötülük barındırmadan herkesi, etrafındaki her şeyi severmiş. Bir gün, prenses bir derenin kenarında dolaşırken, onu bir kurbağa görmüş, yanına sokulmuş,
-“Merhaba!” demiş kurbağa.
Prenses kurbağayı görünce şaşırmış çünkü bu kurbağa, görünüşü diğer kurbağalarla aynı olmasına rağmen, farklıymış.
-“Merhaba!” demiş prenses, yüzünde bir gülümsemeyle ve o günden itibaren çok güzel bir dostluk başlamış.
Gel zaman git zaman, kurbağa git gide bu güzel prensese tanıştıklarından beri aşık olduğunu anlamış. Ama söylerse prensesi kaybedeceğinden korkup, hiçbir şey diyememiş. Çünkü onunla vakit geçirmeyi çok seviyormuş ve onu bu yüzden kaybetmek istemiyormuş. Takip eden günlerde prenses kurbağayı üzgün görmüş ve sormuş;
-Güzel kurbağam ne oldu sana? Eskisi gibi değilsin yüzün gülmüyor?
Kurbağa;
-“Bir şey yok prensesim.” diyerek geçiştirmiş.
Belli bir süre sonra kurbağanın canına tak etmiş ve sonucu ne olursa olsun prensese olan aşkını itiraf etmeye karar vermiş. Kendisine, yarın prensesle konuşacağına dair söz vermiş. Ertesi gün olmuş, prenses gelmiş. Güzel geçen günün ardından kurbağa,
-“Prensesim size söylemem gereken bir şey var.” demiş.
Prenses merakla;
-“Evet dinliyorum? “ demiş.
Kurbağa ıkınmış sıkınmış ama ağzından yalnızca;
-“Vraagk” sesi çıkmış.
Prenses bu sese bir anlam verememiş; kurbağa tekrar söylemiş;
-Vraagk.
Prenses yine anlamadığını dile getirmiş. Bu sese hiçbir anlam yükleyemiyormuş. Kurbağa, içinden “sana söylemeye çalışıyorum ama bir türlü anlamıyorsun...” diye geçirmiş, umutsuzca o küçük kalbindeki koca sevgiyle dostluğuna devam etmiş, aşkını itiraf etmeye çalışmaktan da vazgeçmiş…
Kurbağanın prensese olan aşkı hiç bitmemiş. Günün birinde kendince bir karar vermiş. Onu görmemek için yıllardır yaşadığı nilüferini terk edip gitmiş. Giderken de geriye sadece bir not bırakmış.
Kurbağanın gittiğinden haberi olmayan prenses, kurbağayla buluşmak için derenin kenarına, kurbağanın nilüferinin bulunduğu yere gitmiş. Ama kurbağa orada değilmiş. Meraklanan prenses, etrafa bakınmış, ama kurbağayı bulamamış. Derken, nilüferin üstündeki notu görmüş prenses, şaşkınlıkla notu okumuş. Notta ''Beni hiçbir zaman anlamadın, bu yüzden buralardan gidiyorum... Hoşça kal! VRAAGK!” yazıyormuş. Prenses, kurbağanın neden gittiğine bir anlam verememiş ve çok üzülmüş. Hastalanmış, günlerce, haftalarca ağlamış. Kurbağa aklına her geldiğinde yüzünde hüzünlü bir gülümseme beliriyormuş ama kurbağanın yokluğunu düşününce tekrar ağlamaya başlıyormuş. En sonunda kurbağayı aramaya karar vermiş, nereye gittiğini başka bir kurbağaya sormuş. Kurbağa;
-“Onun nereye gittiğini biliyorum ama o vraagk” demiş.
Prenses anlamamış ve kurbağanın nereye gittiğini tekrar sormuş. Oradaki kurbağa da tekrarlamış cevabını. Prenses, yine anlamamış, tam o sırada kayıp kurbağayı görmüş, koşarak kurbağanın yanına gitmiş. Kurbağa, prensesi görmüş, uzun zamandır hissetmediği o kalp çarpıntısı yine başlamış. Aslında oradan hemen uzaklaşabilirmiş ama prensesi çok özlediğinden kaçamamış. Prenses, kurbağayı büyük bir özlemle eline almış ve demiş ki;
-Neden beni bırakıp gittin?
Kurbağa;
-Sana not bırakmıştım, okudun mu?
Evet, ama sonunda ne yazıyordu anlamadım? demiş prenses.
Kurbağa, hala anlamamış, diye üzülmüş, hayıflanmış. Ama prensese olan özlemi, bu duygunun önüne geçmiş.
Prenses;
-“Bir daha beni bırakmayacaksın değil mi sonsuza kadar beraber olacağız.” demiş.
Kurbağa umutsuzca ama bu hissini dışa vurmamaya çalışarak;
-“Evet” demiş. Kurbağanın umutsuzluğu yaşından dolayıymış. Prenses gençliğinin baharını yaşamasına rağmen, kurbağa yaşlanıyormuş. Çünkü kurbağaların ömürleri insanlara göre daha kısaymış. Ama, prenses bunu bilmiyormuş. Kurbağa, üzüleceğini bildiğinden prensese hiçbir şey dememiş. Sonra ikisi beraber mutlu şekilde sohbet etmeye,dolaşmaya devam etmişler.
Aradan yıllar geçmiş, kurbağa gittikçe yaşlanmış. Prenses bir gün kurbağanın yanına gitmiş. Ama bir kalabalık kurbağanın başındaymış. Prenses, meraklanmış, koşarak kalabalığın arasına girmiş. Kurbağayı nilüferinin üstünde son nefesini verirken görmüş,hıçkırıklarla;
-“Hani bana söz vermiştin, sonsuza kadar beraber olacaktık? Neden şimdi beni terk edip gidiyorsun?” demiş.
Kurbağa son anlarını yaşıyormuş. Kendini zorlayarak;
-“Sen beni hiçbir zaman anlayamadın. Ben seni...” demiş ve o ışıltılı gözlerini kapatmış.
Prenses dövünmüş, ağlamış ama bunları yaparken yaptıklarına hala anlam veremiyormuş. Ne de olsa o da diğer dostları gibi sıradan bir hayvanmış. Sonra birden kurbağayla beraber ne kadar eğlendikleri, onun yanındayken ne kadar mutlu olduğu, onu her adını andığında yüzünde beliren tebessümü aklına gelmiş ve ağzından bir kelime dökülmüş;
-Vraagk.
O an, kurbağayı ne kadar çok sevdiğini anlamış ve kurbağayı nasıl geri getirebileceğini düşünürken, aklına küçükken dinlendiği kurbağa masalı gelmiş. Hemen o masaldaki gibi kurbağayı eline almış ve öpmüş ama bir işe yaramamış. Kurbağa ölmüş…
Prenses, elinde kurbağayla ağlamış, feryat etmiş. Neden sonra, nilüferin üstünde bulunan eski nota tekrar bakmış, notu eline almış ve okumuş;
''Beni hiçbir zaman anlamadın, bu yüzden buralardan gidiyorum... Hoşça kal! SENİ SEVİYORUM!''
-“Merhaba!” demiş kurbağa.
Prenses kurbağayı görünce şaşırmış çünkü bu kurbağa, görünüşü diğer kurbağalarla aynı olmasına rağmen, farklıymış.
-“Merhaba!” demiş prenses, yüzünde bir gülümsemeyle ve o günden itibaren çok güzel bir dostluk başlamış.
Gel zaman git zaman, kurbağa git gide bu güzel prensese tanıştıklarından beri aşık olduğunu anlamış. Ama söylerse prensesi kaybedeceğinden korkup, hiçbir şey diyememiş. Çünkü onunla vakit geçirmeyi çok seviyormuş ve onu bu yüzden kaybetmek istemiyormuş. Takip eden günlerde prenses kurbağayı üzgün görmüş ve sormuş;
-Güzel kurbağam ne oldu sana? Eskisi gibi değilsin yüzün gülmüyor?
Kurbağa;
-“Bir şey yok prensesim.” diyerek geçiştirmiş.
Belli bir süre sonra kurbağanın canına tak etmiş ve sonucu ne olursa olsun prensese olan aşkını itiraf etmeye karar vermiş. Kendisine, yarın prensesle konuşacağına dair söz vermiş. Ertesi gün olmuş, prenses gelmiş. Güzel geçen günün ardından kurbağa,
-“Prensesim size söylemem gereken bir şey var.” demiş.
Prenses merakla;
-“Evet dinliyorum? “ demiş.
Kurbağa ıkınmış sıkınmış ama ağzından yalnızca;
-“Vraagk” sesi çıkmış.
Prenses bu sese bir anlam verememiş; kurbağa tekrar söylemiş;
-Vraagk.
Prenses yine anlamadığını dile getirmiş. Bu sese hiçbir anlam yükleyemiyormuş. Kurbağa, içinden “sana söylemeye çalışıyorum ama bir türlü anlamıyorsun...” diye geçirmiş, umutsuzca o küçük kalbindeki koca sevgiyle dostluğuna devam etmiş, aşkını itiraf etmeye çalışmaktan da vazgeçmiş…
Kurbağanın prensese olan aşkı hiç bitmemiş. Günün birinde kendince bir karar vermiş. Onu görmemek için yıllardır yaşadığı nilüferini terk edip gitmiş. Giderken de geriye sadece bir not bırakmış.
Kurbağanın gittiğinden haberi olmayan prenses, kurbağayla buluşmak için derenin kenarına, kurbağanın nilüferinin bulunduğu yere gitmiş. Ama kurbağa orada değilmiş. Meraklanan prenses, etrafa bakınmış, ama kurbağayı bulamamış. Derken, nilüferin üstündeki notu görmüş prenses, şaşkınlıkla notu okumuş. Notta ''Beni hiçbir zaman anlamadın, bu yüzden buralardan gidiyorum... Hoşça kal! VRAAGK!” yazıyormuş. Prenses, kurbağanın neden gittiğine bir anlam verememiş ve çok üzülmüş. Hastalanmış, günlerce, haftalarca ağlamış. Kurbağa aklına her geldiğinde yüzünde hüzünlü bir gülümseme beliriyormuş ama kurbağanın yokluğunu düşününce tekrar ağlamaya başlıyormuş. En sonunda kurbağayı aramaya karar vermiş, nereye gittiğini başka bir kurbağaya sormuş. Kurbağa;
-“Onun nereye gittiğini biliyorum ama o vraagk” demiş.
Prenses anlamamış ve kurbağanın nereye gittiğini tekrar sormuş. Oradaki kurbağa da tekrarlamış cevabını. Prenses, yine anlamamış, tam o sırada kayıp kurbağayı görmüş, koşarak kurbağanın yanına gitmiş. Kurbağa, prensesi görmüş, uzun zamandır hissetmediği o kalp çarpıntısı yine başlamış. Aslında oradan hemen uzaklaşabilirmiş ama prensesi çok özlediğinden kaçamamış. Prenses, kurbağayı büyük bir özlemle eline almış ve demiş ki;
-Neden beni bırakıp gittin?
Kurbağa;
-Sana not bırakmıştım, okudun mu?
Evet, ama sonunda ne yazıyordu anlamadım? demiş prenses.
Kurbağa, hala anlamamış, diye üzülmüş, hayıflanmış. Ama prensese olan özlemi, bu duygunun önüne geçmiş.
Prenses;
-“Bir daha beni bırakmayacaksın değil mi sonsuza kadar beraber olacağız.” demiş.
Kurbağa umutsuzca ama bu hissini dışa vurmamaya çalışarak;
-“Evet” demiş. Kurbağanın umutsuzluğu yaşından dolayıymış. Prenses gençliğinin baharını yaşamasına rağmen, kurbağa yaşlanıyormuş. Çünkü kurbağaların ömürleri insanlara göre daha kısaymış. Ama, prenses bunu bilmiyormuş. Kurbağa, üzüleceğini bildiğinden prensese hiçbir şey dememiş. Sonra ikisi beraber mutlu şekilde sohbet etmeye,dolaşmaya devam etmişler.
Aradan yıllar geçmiş, kurbağa gittikçe yaşlanmış. Prenses bir gün kurbağanın yanına gitmiş. Ama bir kalabalık kurbağanın başındaymış. Prenses, meraklanmış, koşarak kalabalığın arasına girmiş. Kurbağayı nilüferinin üstünde son nefesini verirken görmüş,hıçkırıklarla;
-“Hani bana söz vermiştin, sonsuza kadar beraber olacaktık? Neden şimdi beni terk edip gidiyorsun?” demiş.
Kurbağa son anlarını yaşıyormuş. Kendini zorlayarak;
-“Sen beni hiçbir zaman anlayamadın. Ben seni...” demiş ve o ışıltılı gözlerini kapatmış.
Prenses dövünmüş, ağlamış ama bunları yaparken yaptıklarına hala anlam veremiyormuş. Ne de olsa o da diğer dostları gibi sıradan bir hayvanmış. Sonra birden kurbağayla beraber ne kadar eğlendikleri, onun yanındayken ne kadar mutlu olduğu, onu her adını andığında yüzünde beliren tebessümü aklına gelmiş ve ağzından bir kelime dökülmüş;
-Vraagk.
O an, kurbağayı ne kadar çok sevdiğini anlamış ve kurbağayı nasıl geri getirebileceğini düşünürken, aklına küçükken dinlendiği kurbağa masalı gelmiş. Hemen o masaldaki gibi kurbağayı eline almış ve öpmüş ama bir işe yaramamış. Kurbağa ölmüş…
Prenses, elinde kurbağayla ağlamış, feryat etmiş. Neden sonra, nilüferin üstünde bulunan eski nota tekrar bakmış, notu eline almış ve okumuş;
''Beni hiçbir zaman anlamadın, bu yüzden buralardan gidiyorum... Hoşça kal! SENİ SEVİYORUM!''
17 Ekim 2009 Cumartesi
Mucizeler Sadece Masallarda Olur Derler...
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Borvamir adında bir ülke varmış… Bu ülkede Cerazep adında bir genç kız yaşarmış… Bu ülkede adalet işlerine hep kadınlar bakarmış, Cerazep de buna gönül vermiş ve bunun eğitimini alıyormuş…
Cerazep zamanında bir genci çok sevmiş, ona deliler gibi âşık olmuş, üstelik bu onun ilk aşkıymış ya da o öyle zannediyormuş. Hatta gururunu bir kenara bırakıp o gence duygularını da açıklamış… Fakat genç, Cerazep’ in bu saf ve temiz sevgisini reddetmiş… Bu Cerazep’ in dünyasını yıkmış ve kapılarını aşka sevgiye kapatmış… Hatta bu duyguların varlığını bile inkar eder hale gelmiş; ama yine de hayatına onu tekrar bu duyguların varlığına inandıracak birinin gireceğine dair belli belirsiz bir umut da varmış içinde…
Borvamir’ e komşu bir ülkede ise, Cardimerto adında bir delikanlı yaşarmış… Bu delikanlı, Cerazep ‘in tam tersi olarak hiç kimseye âşık olmamış… İlişkiler yaşamış, her seferinde sevdiğini, âşık olduğunu sanarak… Fakat olmuyormuş, aşık olamıyormuş bir türlü… Bu yüzden çok dertliymiş, hep bu yüzden üzülüp dururmuş… Gittiği felsefe okulunda bile hep bunu düşünürmüş…
Günün birinde Cardimerto, gene sevdiğini sandığı bir kızla birlikteymiş, fakat onu sevmediğini anlamış ve ilişkisini bitirmiş… Çok üzgünmüş Cardimerto ama üzüntüsü ilişkisi bittiğinden değil, yine aşık olamamasındanmış… Bu onun canını çok yakıyormuş… Böyle anlarda hep aşık olacağı genç kızı düşünürmüş, onu beklermiş… Adeta yalvarıyormuş “gel artık” diye… Ama o gelmiyormuş… Ne gariptir ki, o gelmedikçe, Cardimerto ’nun içindeki umut daha da çoğalıyormuş, “o gelecek, sabret” diyormuş…
O gün, Cardimerto bunları düşüne düşüne teslim etmiş kendisini uykuya… Rüyasında, bir genç kızın sesini duymuş… Bu ses daha önce hiç duymadığı, ama kendisine huzur veren, güven ve sıcaklık dolu bir sesmiş… Ses ona şöyle demiş: “Cardimerto seni çok aradım, ama bir türlü bulamadım, ne olur göster kendini bana… Ben Borvamir’ deyim, ne olur gel… Lütfen…” Bu rüyanın etkisiyle uyanan Cardimerto, hiç düşünmeden fırlamış yataktan ve Borvamir ’e doğru yola çıkmış…
Cardimerto bu rüyayı görüp yollara düştüğü günün gecesinde Cerazep de bir rüya görmüş… Onun rüyasına ise, daha önce hiç işitmediği, fakat sıcacık gelen bir delikanlının sesi girmiş… Bu ses, Cerazep ‘e “Bunca zaman bekledim beni bulmanı, sonunda çağırdın beni, işte, ülkene geliyorum, hadi bul artık beni…” demiş. Cerazep sabah kalktığında bu rüyaya çok şaşırmış, çünkü kimseyi çağırdığını hatırlamıyormuş… Ama yine de çıkmış yatağından, zaten küçük bir ülke olan Borvamir ’i dolaşmaya başlamış, aslında kimi aradığını bile bilmeden…
Cardimerto, dokuz gün boyunca ülkede gezilmedik yer bırakmamış… Her tarafı gezmiş, her genç kıza “acaba o mu?” diye bakmış, fakat hiçbiri değilmiş… Ama yine de vazgeçmemiş, okulunu boş verip, o ülkede dolaşmaya devam etmiş… Dokuzuncu günün akşamında, ülkedeki bir çarşıda dolaşırken, küçük bir bahçenin içinde kahve içebileceği bir yer görmüş… Zaten çok da yorgun olan Cardimerto, “bari biraz dinleneyim” diyerek oturmuş ve bir kahve istemiş… O sırada bir genç kız da kahve istemiş, Cardimerto onu duymuş… Bu, O’ymuş…
Aynı Cardimerto gibi, dokuz gündür o ülkeyi gezmekte olan Cerazep de iyice yorgun düşmüş, üstelik umudu da yavaş yavaş tükenmeye başlamış… Dokuzuncu günün akşamı, o çok sevdiği çarşının içinde dolaşıyormuş… Derken, hep duyduğu, fakat bir türlü fırsat bulup gidemediği küçük bir bahçe içindeki yeri görmüş, “hazır gelmişken girip bir kahve içeyim, hem yorgunluğumu da atarım” diye düşünmüş, girip oturmuş oraya… Bir kahve istemiş, o sırada bir delikanlı da kahve istemiş, Cerazep onu duymuş… Bu O’ymuş…
O anda ikisi de sanki kırk yıldır tanışıyormuş gibi gülümsemişler birbirlerine… İkisinin de içine ılık bir şeyler akmış, ikisinin de kalpleri yerinden çıkarcasına atmaya başlamış, hatta midelerinde kelebeklerin uçuştuğuna yemin bile edebilirlermiş… Hiçbir şey diyememişler, aslında bir şey demelerine gerek de yokmuş zaten, gözler her şeyi anlatıyormuş çünkü… Kahvelerini içmişler ve hiç konuşmadan, el ele çıkmışlar oradan…
Üç gün boyunca Cerazep’ in eve gitmesi gereken günler dışında hiç ayrılmamışlar birbirlerinden… Her şeyi konuşmuşlar, paylaşmışlar, birbirlerine iyice vurulmuşlar, gerçek aşkı keşfetmişler… Cerazep aslında aşkın bu olduğunu, önceden hissettiklerinin sadece bir beğeni ve ulaşılmazlık olduğunu anlamış; Cardimerto da aşık olmanın ne demek olduğunu görmüş, doyasıya yaşamış…
Bu mükemmel üç günün sonunda, acı gerçekle karşılaşmışlar; Cardimerto’ nun ülkesine dönmesi gerekiyormuş… Üçüncü günün sonunda ayrılmışlar, hem gidenin hem de geride kalanın yüreği parçalanmış, fakat elden gelen bir şey yokmuş… Bu ayrılıkları göze alarak başlamışlar bu mucizevî ilişkiye zaten, ama işte katlanmak dayanılmayacak kadar zormuş… Söz vermişler birbirlerine, birbirlerini bekleyeceklerine dair… Üstelik iki posta güvercini almışlar, haberleşebilmek için… Ve Cardimerto gitmiş…
Bu gidişten sonra, iki sevgili her gün ne yaptıklarını anlatan, aşklarını sevdalarını anlatan mektuplar yollamışlar güvercinleriyle birbirlerine… Bu iki güvercinin adları; Eren ve Cerenmiş, bu isimleri çok sevdikleri bir aşk masalından almışlar… Bu güvercinler ikisine de umut olmuş, sevdalıları birleştirmiş…
Ara sıra, fırsat buldukça Cardimerto Cerazep’ ini görmeye gelirmiş… İşte o anlar, zaman su olur, akar, Cardimerto’ nun gidiş zamanı hemencecik gelirmiş, o büyülü anlar çabucak bitermiş… Bu gidişler yüreklerini sızlatsa da, aslında bilirlermiş ki, her ayrılık bir sonraki kavuşmanın başlangıcıymış…
En sonunda ikisinin de okulları bitmiş, ikisi de iyi birer iş sahibi olmuş ve Cardimerto ailesiyle gelip Cerazep’ i istemiş… Cerazep’ in ailesi bu büyük aşktan haberdarmış ve bu isteği olumlu karşılamışlar… Nihayet iki aşık birbirlerine kavuşmuşlar, ömür boyu birbirlerine adeta taparak, mutlu ve sevgi dolu bir ömür geçirmişler…
Çok uzun yıllar sonra, İzrar adında bir genç kız deniz kenarında gezinirken bir şişe bulmuş, içinde birkaç kağıt varmış… Genç kız meraklanmış şişeyi açmaya çalışmış, başaramamış… Şişeyi yere atıp kırmış, almış kağıtları, kağıtlarda bir masal yazılıymış, üstelik içinde ailesinde hep sözü edilen Cerazep ve Cardimerto’ nun isimleri geçiyormuş… İyice meraklanan İzrar oturmuş bir kayanın üzerine ve okumaya başlamış:
“Evvel zaman içinde…”
Not: Masalı ben yazdım, akrepseveramazon da bilgisayara aktardı... Emeğine sonsuz teşekkürler...
Etiketler:
aşk,
evvel zaman içinde,
kağıt,
kahve,
masal,
mucizeler sadece masallarda olur derler,
ömür,
sonsuz aşk,
şişe
12 Ekim 2009 Pazartesi
Sana Geliyorum...
Bitti... Seninle son görüşmemizi yaşadık soğuk telefon titreşimleri içinde. Ben ağladım, sense ağlamamı söyleyip durdun. Ama daha o telefonu açarken kararını vermiştin. Gücüm yoktu, savaşamadım.
Bu aralar tam da canımın acımaması, acısa bile hissetmemem gereken zamanlar diyordum. Hep güvendiğim biri vardı. Hep istediğim gibi beni seven, ileriye dönük hayallerimde başrolde olup hayatımı paylaştığım, uğruna ailemi karşıma almayı göze aldığım...
Şimdiyse bitmişti işte! Tek telefonla silip atmıştı beni hayatından. Nefret mi kusmalı yoksa yalvarıp yakarmalı mıydın bilmiyorum. Ama erkekliğime yediremedim. Güçlü olmalıydım, zaten ağlayarak hata etmiştim, daha fazla alçalmamalıydım onun gözünde ama olmadı...
Tutamadım kendimi, sürekli ona ulaşmaya çalıştım, sürekli arayarak onun deyimiyle taciz ettim kendime göre onun kötü de bir gıdımcık da olsa muhtaç olduğum sesine ulaştım.
Ama artık beni istemiyor, çekti gitti işte bundan ötesi var mı sanki? Hayatında biri olmadığını söylüyor ama nasıl inanırım ki? Beni çok sevdiğini, aşık olduğunu sölemiyor muydu bundan iki hafta öncesine kadar? Ne değişti şimdi? Bu kadar çabuk nasıl silip attı beni?
Yok hayır hala gururuma yediremiyorum bunu... Sadece bitip giden bir ilişki olarak bakamaz bana... Her kavgamızda uğruna dökülen göz yaşları da mı yalandı? Beni unutmadı değil mi? Aynı duyguları paylaşmıyor muyduk onunla? Sırf bu yüzden daha çok sevmemiş miydik? Eee o zaman ben hala deli gibi aşıkken onu görmek için çırpınıp dururken o nasıl arkasını dönüp de gidebildi?
Yapamıyorum işte!! Olmuyor!!! Onsuz nefes alınmıyor sanki? Peki ya o? Biricik sevgilim o nefes alabiliyor mu? Simsiyah saçlarına dolan rüzgar her kıvrımını havalandırdıktan sonra içine dolup onu yaşatıyor mu? Ya benimleyken aldığı kilolar? Şimdi yemek yemeyi bıraktı mı, zayıfladı mı yoksa? O içine baktıkça kaybolduğum, tek bakışının bedenimini tir tir titrettiği gözlerinden yaş dökülüyor mu?
Yoook hayır... Ona birşey olmasın. Ben her acıyı çekmeye razıyım. Tamam o bıraktı beni, vazgeçemiyorum hala ondan ama olsun. O üzülmesin, o mis kokulu tenine üzüntü sinmesin. Arabesk miyim? Sonuna kadar... "Sensiz yaşayamam" derdim ya bebeğim, yaşanmıyor. Buna hayat denmez, belki ölümden önceki son birkaç adım... Ama hayat olması için gerekli olan güneşim sensin ve sen yoksun...
Elini tutup gitme oraya dediğimde gitmeyecektin. Soğuk koğuşlar sana hiç yakışmadı meleğim... Orda bitmemeliydi herşey, ben yetişcektim sana o telefondan sonra, tutacaktım elinden, sarılacaktım sımsıkı... Dudağım dudaklarında vedalaşacaktık, olmadı...
Şimdi her gece benim o kadar dalga geçmeme rağmen silmediğin saçma sapan telefon mesajlarını dinliyorum. Her gece sana oradan iyi geceler diliyorum, ama ben uyumuyorum meleğim... Yatağımız hala sen kokarken nasıl uyuyabilirim ki? Çok erken bıraktın beni, ben sana halaa doyamamıştım. Tenini çok özledim meleğim... Kokun burnumda uzanırken tenine ulaşmaya çalışıp elimin soğuk çarşaflara değmesi korkunç!
Bırakmayacaktın sevgilim, benim sensiz yaşayamayacağımı biliyordun... İşte sana geliyorum birazdan yanında olacağım. Kalbim sıkışıyor ama ne doktora ne çocuklara haber vericem, uğraşmasınlar benimle, çünkü ben mutluluğuma geliyorum, sana geliyorum...
Bu aralar tam da canımın acımaması, acısa bile hissetmemem gereken zamanlar diyordum. Hep güvendiğim biri vardı. Hep istediğim gibi beni seven, ileriye dönük hayallerimde başrolde olup hayatımı paylaştığım, uğruna ailemi karşıma almayı göze aldığım...
Şimdiyse bitmişti işte! Tek telefonla silip atmıştı beni hayatından. Nefret mi kusmalı yoksa yalvarıp yakarmalı mıydın bilmiyorum. Ama erkekliğime yediremedim. Güçlü olmalıydım, zaten ağlayarak hata etmiştim, daha fazla alçalmamalıydım onun gözünde ama olmadı...
Tutamadım kendimi, sürekli ona ulaşmaya çalıştım, sürekli arayarak onun deyimiyle taciz ettim kendime göre onun kötü de bir gıdımcık da olsa muhtaç olduğum sesine ulaştım.
Ama artık beni istemiyor, çekti gitti işte bundan ötesi var mı sanki? Hayatında biri olmadığını söylüyor ama nasıl inanırım ki? Beni çok sevdiğini, aşık olduğunu sölemiyor muydu bundan iki hafta öncesine kadar? Ne değişti şimdi? Bu kadar çabuk nasıl silip attı beni?
Yok hayır hala gururuma yediremiyorum bunu... Sadece bitip giden bir ilişki olarak bakamaz bana... Her kavgamızda uğruna dökülen göz yaşları da mı yalandı? Beni unutmadı değil mi? Aynı duyguları paylaşmıyor muyduk onunla? Sırf bu yüzden daha çok sevmemiş miydik? Eee o zaman ben hala deli gibi aşıkken onu görmek için çırpınıp dururken o nasıl arkasını dönüp de gidebildi?
Yapamıyorum işte!! Olmuyor!!! Onsuz nefes alınmıyor sanki? Peki ya o? Biricik sevgilim o nefes alabiliyor mu? Simsiyah saçlarına dolan rüzgar her kıvrımını havalandırdıktan sonra içine dolup onu yaşatıyor mu? Ya benimleyken aldığı kilolar? Şimdi yemek yemeyi bıraktı mı, zayıfladı mı yoksa? O içine baktıkça kaybolduğum, tek bakışının bedenimini tir tir titrettiği gözlerinden yaş dökülüyor mu?
Yoook hayır... Ona birşey olmasın. Ben her acıyı çekmeye razıyım. Tamam o bıraktı beni, vazgeçemiyorum hala ondan ama olsun. O üzülmesin, o mis kokulu tenine üzüntü sinmesin. Arabesk miyim? Sonuna kadar... "Sensiz yaşayamam" derdim ya bebeğim, yaşanmıyor. Buna hayat denmez, belki ölümden önceki son birkaç adım... Ama hayat olması için gerekli olan güneşim sensin ve sen yoksun...
Elini tutup gitme oraya dediğimde gitmeyecektin. Soğuk koğuşlar sana hiç yakışmadı meleğim... Orda bitmemeliydi herşey, ben yetişcektim sana o telefondan sonra, tutacaktım elinden, sarılacaktım sımsıkı... Dudağım dudaklarında vedalaşacaktık, olmadı...
Şimdi her gece benim o kadar dalga geçmeme rağmen silmediğin saçma sapan telefon mesajlarını dinliyorum. Her gece sana oradan iyi geceler diliyorum, ama ben uyumuyorum meleğim... Yatağımız hala sen kokarken nasıl uyuyabilirim ki? Çok erken bıraktın beni, ben sana halaa doyamamıştım. Tenini çok özledim meleğim... Kokun burnumda uzanırken tenine ulaşmaya çalışıp elimin soğuk çarşaflara değmesi korkunç!
Bırakmayacaktın sevgilim, benim sensiz yaşayamayacağımı biliyordun... İşte sana geliyorum birazdan yanında olacağım. Kalbim sıkışıyor ama ne doktora ne çocuklara haber vericem, uğraşmasınlar benimle, çünkü ben mutluluğuma geliyorum, sana geliyorum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)