20 Aralık 2009 Pazar

Küçücüğüm...

Kızım… Şu anda kollarımdasın, kanlar içinde, yüzünde şarapnel parçaları… O güzel yüzün tanınmaz hale gelmiş; o öptüğüm, kokladığım yüzün şimdi ne halde… Ah, küçücük göğsün minik bir kuş gibi inip kalkıyor hala… Yaşıyorsun, ama ne kadar sürer ki bu halin, iki avucuma sığan körpe bedenin nasıl dayanır ki bu kadar acıya…

Oysa ne de umutluydum senin adına, sen doğduğunda… Dondurucu bir Kasım ayında doğmuştun, annen ne acılar çekmişti… Onun ölümü pahasına sen yaşamıştın, üstelik kimse yoktu yanımızda, kimse yardım edememişti… Öyle ya, kim yardım edecekti, herkes kendi derdinde, işgal güçleri her yeri kuşatmış, bir minicik bebeğe mi bakacaklar… Üstelik bizzat benim de direnişe katılmış olmam, tek başımıza insanlardan uzakta bir evde doğmana sebep olmuştu, etrafımız ıssızdı, sadece annenin çığlıkları vardı… İnsanın kanını donduran, o kadar ölüm görmeme rağmen ilk defa duyduğum ve beni ilk defa korkutan o çığlıklar… Bir yaşam gözlerimin önünde sona eriyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum… Şanssızlık bırakmadı ki yakamızı bebeğim, erken gelmiştin dünyaya, bunu ne annen ne de ben tahmin edemezdik… Düşünemedik işte bu kahpe dünyaya bir an önce gelmek isteyeceğini, bilemedik… Annen son nefesini verirken, bana seni bıraktı ve gitti…

O kadar güzeldin ki meleğim… O kadar temiz, o kadar saftın ki… O anda yine kanlar içindeydi yüzün; ama şimdiki gibi değildi, umut doluydu, bu dünyaya ait değildin… Her şeyin o kadar küçüktü ki… Ellerin, burnun, ayakların, yüzün… Bu benim kızım mı şimdi diye sormuştum kendime, sen benim misin? Bu güzel şey, benim gibi bir zavallıya ait olabilir miydi? Uzun süre sonra ilk defa umut doldum seninle, hayatın güzel olabileceğini hissettim… Bir yerlerde, güzel hayatlar yaşayan insanlar vardı, kandan, savaştan, gürültüden uzak… Tek derdi hayatta kalmak olmayan, mutlu ve özgür insanlar… Evet, oraya ulaşabilirdik, yapabilirdik bunu… İnsan o anda, bir insanın öldüğünü göremiyor, hissedemiyor bebeğim… Annen ölmüştü, ben sana bakarken onun acısını hissetmiyordum… O, sende yaşıyordu, özgürlük senin göğüs kafesinde atıyordu… Başarabilirdik, ülkemi özgürlüğe kavuşturabilir, sen ve ben özgürce yaşayabilirdik… Buna gerçekten inanmıştım, beni inandırmıştın…

Tüm bunlar bana çok uzak geliyor şu anda biliyor musun çocuğum? İşgalcilerin bize attığı bombalar, acımasızca saldırdı üzerimize… Şu geldiğimiz noktaya bak; 1 sene sonra sen yine kollarımda ve kanlar içindesin, ama bu sefer ağlamıyorsun… Bedeninin yavaşça inip kalkması dışında hiçbir hareket yapmıyorsun… Şimdi bu durumu sana nasıl açıklayayım? Sömürgeciler desem, para desem, petrol desem, acımasız kapitalist dünya düzeni desem, anlamazsın ki… Nasıl anlatayım, ne diyeyim sana? Senin hiçbir suçun yok, sırf bu ülkede doğduğun için ölüme mahkûm olduğun gerçeğini nasıl söyleyeyim sana? Seni neden koruyamadığımı, şu anda seni götürecek bir yardım kuruluşunun olmadığını, ölümden başka seçeneğinin olmadığını nasıl söyleyeyim? Bir baba nasıl söyler bunu masum yavrusuna?

Kahretsin, göğsün inip kalkmıyor artık… Nefes almıyorsun, minik bir titreme ve sonrası sessizlik… İnsan, ne kadar kendini hazırlamaya çalışsa da, kucağında yavrusunun ölümünü kabullenemiyor işte… Gitme bebeğim… Seninle beraber özgürlük umutlarımız da ölüyor, umut bitiyor, gitme… Sensiz yapamam, tek umudumdun şu hayatta, gitme… Sana kıyanların çocuğu yok mu, nasıl yapabiliyorlar? İnsan, baba olunca sorguluyor bunları, belki ben de kaç babaya, kaç bebeğe kıydım da haberim yok… Ama artık bitti meleğim… Senle beraber, ben de öldüm… Sen burada uyu sonsuza kadar, annenin ve senin yanına geliyorum kızım… Bekle beni, geliyorum… Ne ülkem var, ne de sen… Artık ben de yokum… Şu soysuz köpeklerden gönderebildiğim kadarını cehenneme gönderip, yanına geliyorum kızım… Korkma,geliyorum…

6 Kasım 2009 Cuma

İki Ömür, Tek Karar...

Adam sevmişti… İlk defa, korkmadan, utanmadan, sıkılmadan… Hiç kimseye hesap vermeden, kimseye hesap vermeden, kimseye tek bir kelime dahi etmeden… Üşenmeden, yıkılmadan, kendinden korkmadan…

Adam sevmişti… Bıktırırcasına, korkuturcasına, dünyaya meydan okurcasına… Her şeyi oluruna bırakırcasına, her şeyi planlarcasına… Ne yaptığını bilmeden kendinden geçercesine… Delicesine, delirtircesine, ölürcesine, öldürürcesine…

Adam sevmişti… Kokuyu duyarak, yer gök inleterek, kahkaha atarak, gözyaşı dökerek… Haykırarak, meleklere fısıldarak, içinden her önüne gelene anlatarak… Her yerde onu arayarak, yanındayken bile özleyerek, kayıp gitmesinden korkarak, sadece tek kişiye yönelen sevgisinden utanarak, başka insanların yanında sıkılarak…

Adam sevmişti… Safça, dürüstçe, mertçe, erkekçe… Körce, sağırca, manyakça… Sarhoşça, kafasızca, plansızca, hoyratça… İnsanca, hayvanca, usulca, sertçe, yavaşça…

Adam sevmişti… Kavgalarla, yol ayrımlarıyla, devam edenlerle, geride kalanlarla… Bütün kalbiyle, tüm benliğiyle, ilk aşkının verdiği heyecanla, gerçekten sevmenin ağırlığıyla… Saygıyla, gerilimle, değişimlerle, değişmez inadıyla… Beyniyle, yüreğiyle, bütün bedeniyle, ona ait olan her şeyle… Özlemle, kaybetmeyle… Midesinde uçuşan kelebeklerle, açılan iştahıyla, hayata tutunuşuyla… İlk defa birine ait hissetmeyle, güvenle…

Adam sevmişti… Gürültülü, şiddetli, sinirli, aksiliklerle dolu… Hüzünlü, sevinçli, şanslı, dibine kadar efkârlı… Tutkulu, şehvetli, korkulu, ışıklı… Değerli, kıymetli, hatalı…

Adam sevmişti… İlk defa sevmişti, son defa sevmişti… Adam seviyordu… Adam sevecekti… Ama kelimler bunu anlatmakta yetersiz kalmıştı… Adam derdini anlatamadı bir türlü kadına, kadın da seviyordu oysa, ama adamı anlamadı, kendi de anlatamadı… Bir efsane olacak aşk, bir efsaneye yakışmayacak şekilde son bulmak üzereydi… Peki, ne olacaktı? Birbirlerine sevdalarını anlatabilecek kelimeleri bulabilecekler miydi, yoksa aşk ikisinin de ellerinden kayıp gidecek miydi? Bu muydu büyük aşk, herkes aşk acısı çekmek zorunda mıydı? Bu kadar zor muydu kelimeleri bulmak, bu kadar kolay mıydı iki ömre kıymak? İki gencecik insan, iki kelimenin kurbanı mı olacaktı? Bunun için midir tüm acılar, sıkıntılar, sözler, ayrılıklar, kavuşmalar… Aşkın gözü âşıklara da mı kördü yoksa?

Son zamanlardı yaşadıkları, zor zamanlardı… Hikâyenin sonunu ise tarih yazacak, bizler öğreneceğiz… Şimdilik, her aşkla ilgili hikâyede olduğu gibi, bu hikâye de üç noktayla kendisine ara veriyor… Bu üç nokta, usulca konulan bir virgül mü, yoksa sonu olmayan bir noktalar kümesi mi, bunu zaman gösterecek… Onu görene kadar, kocaman bir boşluk olarak kalacak… Herkesin virgül olmasını istediği, ama ne olacağı belli olmayan üç nokta sadece… Şimdilik… Üç nokta…

3 Kasım 2009 Salı

Aşk: Duygusal Şizofreni

Yüzyıllardır sorulmuş ancak anlamı tam olarak açıklanamamış duygusal bir oluşumdur AŞK. İnsan doğduktan sonra adını efsanelerden öğrenmiş... İmrenmişiz Havva ile Adem'e, Ferhat ile Şirin’e, Leyla ile Mecnun'a… Hayatımıza katmışız, basit üç harfli ama içi anlam dolu bu kelimeyi... Ne zaman dalgın birini görsek ''Leyla gibi ne dolaşıp duruyorsun'' demişiz, en küçük isyanda Ferhat gibi kendimizi dağlara vurmak istemişiz, sevdiğimize ''aşkımm'' diye sarılmışız... O kadar çok kullanılmış ki bu kelime, o kadar olağan bir şey olmuş ki, ''Aşkımm'' diye sarıldığımız sevgilimizden ayrıldıktan sonra başka birini bulmuşuz ve hiç çekinmeden ona da ''Aşkımm'' diye sarılmışız. Ne de olsa üç harften oluşan basit bir kelimeymiş hayatımızda. Bence bu kadar basit değil bu üç harften oluşan anlamlı kelime. Kendimce açıklayayım dedim. Diyebilirsiniz ''Madem aşk bunca yıldır anlaşılamamış eeeyy Pirket, sen mi anlatacaksın bize?'' Ben size saygı duyarım, siz de benim naçizane yorumuma saygı duyun. Dinleyin bakın ne diyor Pirket;

Kutup ayılarının kürkü çok değerlidir bilirsiniz. Ancak en değerli kürk, üstünde yara-bere olmayan kürktür. Bir gün sıcak su dolu fıçısının içinde yıkanan, bir yandan da elindeki matarasından viski içen avcı, bunun çözümünü düşünüyormuş. Birden, fıçının içinden etrafa sular sıçratarak fırlamış, ''Bulduum!'' diye bağırmış. Hemen üstünü giyinmiş, eline bu sefer tüfeğini değil baltasını alarak koşmuş av bölgesine. Baltasını, keskin yüzü dış tarafa gelecek şekilde buza gömmüş. Üstüne de önceden hunharca katlettiği bir fokun kanını dökmüş, ne de olsa kutup ayıları kana bayılırlarmış… Avcı, kanı döktükten sonra hemen koşarak kendini saklamış bir buz tepesinin ardına. Bir süre geçtikten sonra, kanın kokusunu alan kutup ayısı etrafını kollamaksızın büyük bir iştahla kanın başına geçmiş ve yalamaya başlamış. Yalamaya başlamasıyla birlikte dilinde bir acı hissetmiş, ama kan o kadar tatlı geliyormuş ki dilindeki acıya aldırmaksızın yalamaya devam etmiş. Yalamış, yalamış, inanılmaz bir tat alıyormuş kandan... Yaladıkça daha fazla zevk alıyormuş kandan, çünkü dilinden akan kan daha taze ve sıcakmış, ama bunun kendi kanı olduğunu anlamıyormuş. Saatler geçmiş, sonunda ayı kan kaybından bitkin düşmüş, yere yığılmış. Kafası yere yatık şekilde dilini uzatıp yalamaya devam etmeye çalışıyormuş ve malum son gelmiş. Ayının dili kanın üstünde, gözü hala kanda ölmüş... Avcı, sevinçle yerinden çıkmış, koşa koşa mutlu şekilde ayının ölü bedeninin yanına gitmiş. Avcı, amacına ulaşmış…

Hikâyeden alınması gereken bölüm, elbette ki ''Kutup ayıları kürkleri nasıl zarar verilmeden avlanır?'' değil. Burada şöyle basit bir benzetme yapabiliriz; aşk öyle tatlıdır ki, insan kokusunu almasıyla birlikte hemen üstüne koşar. Bir kere tadını aldıktan sonra bir daha kurtulamaz. Aynı kan gibidir, içinde boğulur, ömründen ömür yer ama yine de ayrılamaz bu duygudan. Ne açlık duyar, ne uykuya ihtiyaç duyar. Kendince hikâyeler üretir, hikâyeler yazar, sanki aşkı kendi keşfetmiş gibi aşkı tanımlar-her kişi âşık olduğu zaman aşkı anlar- ama hiç kimse anlamaz tam olarak ne dediğini. Artık bu duygudan kurtuluş kendi elinde değildir. Ya hain, pis avcı gelecek, o baltayı yerinden çıkartıp, o baltayı kafasına vura vura öldürecek; ya da gelen içli bir avcı ise, gidip ayıyı o baltadan kurtarıp ayının yaralarını saracak. Ama unutmayın ki, dilindeki derin yarıklar hiçbir zaman geçmeyecek, ölene kadar onunla birlikte olacak.

Şimdi bazıları diyebilirler ''Ya oğlum uçmuşsun sen'' ya da anlayabilirsiniz neyden bahsettiğimi, yarın unutabilirsiniz ne okuduğunuzu. Ya da ''Ben kutup ayısıyım'' da diyebilirsiniz. Bense tüm düşüncelere saygı duyarım.


Okuduğunuz için teşekkürler,
Bunlar naçizane
İçimden gelen,
Sabırsız kelimeler…

***Son***

27 Ekim 2009 Salı

Dilsiz Aşkın Masalı...

Geçmiş zamanda bir ülkede, güzeller güzeli bir prenses varmış, sevgi dolu bir hayat yaşarmış. Kalbinde bir damla kötülük barındırmadan herkesi, etrafındaki her şeyi severmiş. Bir gün, prenses bir derenin kenarında dolaşırken, onu bir kurbağa görmüş, yanına sokulmuş,

-“Merhaba!” demiş kurbağa.

Prenses kurbağayı görünce şaşırmış çünkü bu kurbağa, görünüşü diğer kurbağalarla aynı olmasına rağmen, farklıymış.

-“Merhaba!” demiş prenses, yüzünde bir gülümsemeyle ve o günden itibaren çok güzel bir dostluk başlamış.

Gel zaman git zaman, kurbağa git gide bu güzel prensese tanıştıklarından beri aşık olduğunu anlamış. Ama söylerse prensesi kaybedeceğinden korkup, hiçbir şey diyememiş. Çünkü onunla vakit geçirmeyi çok seviyormuş ve onu bu yüzden kaybetmek istemiyormuş. Takip eden günlerde prenses kurbağayı üzgün görmüş ve sormuş;

-Güzel kurbağam ne oldu sana? Eskisi gibi değilsin yüzün gülmüyor?

Kurbağa;

-“Bir şey yok prensesim.” diyerek geçiştirmiş.

Belli bir süre sonra kurbağanın canına tak etmiş ve sonucu ne olursa olsun prensese olan aşkını itiraf etmeye karar vermiş. Kendisine, yarın prensesle konuşacağına dair söz vermiş. Ertesi gün olmuş, prenses gelmiş. Güzel geçen günün ardından kurbağa,

-“Prensesim size söylemem gereken bir şey var.” demiş.

Prenses merakla;

-“Evet dinliyorum? “ demiş.

Kurbağa ıkınmış sıkınmış ama ağzından yalnızca;

-“Vraagk” sesi çıkmış.

Prenses bu sese bir anlam verememiş; kurbağa tekrar söylemiş;

-Vraagk.

Prenses yine anlamadığını dile getirmiş. Bu sese hiçbir anlam yükleyemiyormuş. Kurbağa, içinden “sana söylemeye çalışıyorum ama bir türlü anlamıyorsun...” diye geçirmiş, umutsuzca o küçük kalbindeki koca sevgiyle dostluğuna devam etmiş, aşkını itiraf etmeye çalışmaktan da vazgeçmiş…

Kurbağanın prensese olan aşkı hiç bitmemiş. Günün birinde kendince bir karar vermiş. Onu görmemek için yıllardır yaşadığı nilüferini terk edip gitmiş. Giderken de geriye sadece bir not bırakmış.

Kurbağanın gittiğinden haberi olmayan prenses, kurbağayla buluşmak için derenin kenarına, kurbağanın nilüferinin bulunduğu yere gitmiş. Ama kurbağa orada değilmiş. Meraklanan prenses, etrafa bakınmış, ama kurbağayı bulamamış. Derken, nilüferin üstündeki notu görmüş prenses, şaşkınlıkla notu okumuş. Notta ''Beni hiçbir zaman anlamadın, bu yüzden buralardan gidiyorum... Hoşça kal! VRAAGK!” yazıyormuş. Prenses, kurbağanın neden gittiğine bir anlam verememiş ve çok üzülmüş. Hastalanmış, günlerce, haftalarca ağlamış. Kurbağa aklına her geldiğinde yüzünde hüzünlü bir gülümseme beliriyormuş ama kurbağanın yokluğunu düşününce tekrar ağlamaya başlıyormuş. En sonunda kurbağayı aramaya karar vermiş, nereye gittiğini başka bir kurbağaya sormuş. Kurbağa;

-“Onun nereye gittiğini biliyorum ama o vraagk” demiş.

Prenses anlamamış ve kurbağanın nereye gittiğini tekrar sormuş. Oradaki kurbağa da tekrarlamış cevabını. Prenses, yine anlamamış, tam o sırada kayıp kurbağayı görmüş, koşarak kurbağanın yanına gitmiş. Kurbağa, prensesi görmüş, uzun zamandır hissetmediği o kalp çarpıntısı yine başlamış. Aslında oradan hemen uzaklaşabilirmiş ama prensesi çok özlediğinden kaçamamış. Prenses, kurbağayı büyük bir özlemle eline almış ve demiş ki;

-Neden beni bırakıp gittin?

Kurbağa;

-Sana not bırakmıştım, okudun mu?

Evet, ama sonunda ne yazıyordu anlamadım? demiş prenses.

Kurbağa, hala anlamamış, diye üzülmüş, hayıflanmış. Ama prensese olan özlemi, bu duygunun önüne geçmiş.

Prenses;

-“Bir daha beni bırakmayacaksın değil mi sonsuza kadar beraber olacağız.” demiş.

Kurbağa umutsuzca ama bu hissini dışa vurmamaya çalışarak;

-“Evet” demiş. Kurbağanın umutsuzluğu yaşından dolayıymış. Prenses gençliğinin baharını yaşamasına rağmen, kurbağa yaşlanıyormuş. Çünkü kurbağaların ömürleri insanlara göre daha kısaymış. Ama, prenses bunu bilmiyormuş. Kurbağa, üzüleceğini bildiğinden prensese hiçbir şey dememiş. Sonra ikisi beraber mutlu şekilde sohbet etmeye,dolaşmaya devam etmişler.

Aradan yıllar geçmiş, kurbağa gittikçe yaşlanmış. Prenses bir gün kurbağanın yanına gitmiş. Ama bir kalabalık kurbağanın başındaymış. Prenses, meraklanmış, koşarak kalabalığın arasına girmiş. Kurbağayı nilüferinin üstünde son nefesini verirken görmüş,hıçkırıklarla;

-“Hani bana söz vermiştin, sonsuza kadar beraber olacaktık? Neden şimdi beni terk edip gidiyorsun?” demiş.

Kurbağa son anlarını yaşıyormuş. Kendini zorlayarak;

-“Sen beni hiçbir zaman anlayamadın. Ben seni...” demiş ve o ışıltılı gözlerini kapatmış.

Prenses dövünmüş, ağlamış ama bunları yaparken yaptıklarına hala anlam veremiyormuş. Ne de olsa o da diğer dostları gibi sıradan bir hayvanmış. Sonra birden kurbağayla beraber ne kadar eğlendikleri, onun yanındayken ne kadar mutlu olduğu, onu her adını andığında yüzünde beliren tebessümü aklına gelmiş ve ağzından bir kelime dökülmüş;

-Vraagk.

O an, kurbağayı ne kadar çok sevdiğini anlamış ve kurbağayı nasıl geri getirebileceğini düşünürken, aklına küçükken dinlendiği kurbağa masalı gelmiş. Hemen o masaldaki gibi kurbağayı eline almış ve öpmüş ama bir işe yaramamış. Kurbağa ölmüş…

Prenses, elinde kurbağayla ağlamış, feryat etmiş. Neden sonra, nilüferin üstünde bulunan eski nota tekrar bakmış, notu eline almış ve okumuş;

''Beni hiçbir zaman anlamadın, bu yüzden buralardan gidiyorum... Hoşça kal! SENİ SEVİYORUM!''

17 Ekim 2009 Cumartesi

Mucizeler Sadece Masallarda Olur Derler...


Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Borvamir adında bir ülke varmış… Bu ülkede Cerazep adında bir genç kız yaşarmış… Bu ülkede adalet işlerine hep kadınlar bakarmış, Cerazep de buna gönül vermiş ve bunun eğitimini alıyormuş…

Cerazep zamanında bir genci çok sevmiş, ona deliler gibi âşık olmuş, üstelik bu onun ilk aşkıymış ya da o öyle zannediyormuş. Hatta gururunu bir kenara bırakıp o gence duygularını da açıklamış… Fakat genç, Cerazep’ in bu saf ve temiz sevgisini reddetmiş… Bu Cerazep’ in dünyasını yıkmış ve kapılarını aşka sevgiye kapatmış… Hatta bu duyguların varlığını bile inkar eder hale gelmiş; ama yine de hayatına onu tekrar bu duyguların varlığına inandıracak birinin gireceğine dair belli belirsiz bir umut da varmış içinde…

Borvamir’ e komşu bir ülkede ise, Cardimerto adında bir delikanlı yaşarmış… Bu delikanlı, Cerazep ‘in tam tersi olarak hiç kimseye âşık olmamış… İlişkiler yaşamış, her seferinde sevdiğini, âşık olduğunu sanarak… Fakat olmuyormuş, aşık olamıyormuş bir türlü… Bu yüzden çok dertliymiş, hep bu yüzden üzülüp dururmuş… Gittiği felsefe okulunda bile hep bunu düşünürmüş…

Günün birinde Cardimerto, gene sevdiğini sandığı bir kızla birlikteymiş, fakat onu sevmediğini anlamış ve ilişkisini bitirmiş… Çok üzgünmüş Cardimerto ama üzüntüsü ilişkisi bittiğinden değil, yine aşık olamamasındanmış… Bu onun canını çok yakıyormuş… Böyle anlarda hep aşık olacağı genç kızı düşünürmüş, onu beklermiş… Adeta yalvarıyormuş “gel artık” diye… Ama o gelmiyormuş… Ne gariptir ki, o gelmedikçe, Cardimerto ’nun içindeki umut daha da çoğalıyormuş, “o gelecek, sabret” diyormuş…

O gün, Cardimerto bunları düşüne düşüne teslim etmiş kendisini uykuya… Rüyasında, bir genç kızın sesini duymuş… Bu ses daha önce hiç duymadığı, ama kendisine huzur veren, güven ve sıcaklık dolu bir sesmiş… Ses ona şöyle demiş: “Cardimerto seni çok aradım, ama bir türlü bulamadım, ne olur göster kendini bana… Ben Borvamir’ deyim, ne olur gel… Lütfen…” Bu rüyanın etkisiyle uyanan Cardimerto, hiç düşünmeden fırlamış yataktan ve Borvamir ’e doğru yola çıkmış…
Cardimerto bu rüyayı görüp yollara düştüğü günün gecesinde Cerazep de bir rüya görmüş… Onun rüyasına ise, daha önce hiç işitmediği, fakat sıcacık gelen bir delikanlının sesi girmiş… Bu ses, Cerazep ‘e “Bunca zaman bekledim beni bulmanı, sonunda çağırdın beni, işte, ülkene geliyorum, hadi bul artık beni…” demiş. Cerazep sabah kalktığında bu rüyaya çok şaşırmış, çünkü kimseyi çağırdığını hatırlamıyormuş… Ama yine de çıkmış yatağından, zaten küçük bir ülke olan Borvamir ’i dolaşmaya başlamış, aslında kimi aradığını bile bilmeden…

Cardimerto, dokuz gün boyunca ülkede gezilmedik yer bırakmamış… Her tarafı gezmiş, her genç kıza “acaba o mu?” diye bakmış, fakat hiçbiri değilmiş… Ama yine de vazgeçmemiş, okulunu boş verip, o ülkede dolaşmaya devam etmiş… Dokuzuncu günün akşamında, ülkedeki bir çarşıda dolaşırken, küçük bir bahçenin içinde kahve içebileceği bir yer görmüş… Zaten çok da yorgun olan Cardimerto, “bari biraz dinleneyim” diyerek oturmuş ve bir kahve istemiş… O sırada bir genç kız da kahve istemiş, Cardimerto onu duymuş… Bu, O’ymuş…

Aynı Cardimerto gibi, dokuz gündür o ülkeyi gezmekte olan Cerazep de iyice yorgun düşmüş, üstelik umudu da yavaş yavaş tükenmeye başlamış… Dokuzuncu günün akşamı, o çok sevdiği çarşının içinde dolaşıyormuş… Derken, hep duyduğu, fakat bir türlü fırsat bulup gidemediği küçük bir bahçe içindeki yeri görmüş, “hazır gelmişken girip bir kahve içeyim, hem yorgunluğumu da atarım” diye düşünmüş, girip oturmuş oraya… Bir kahve istemiş, o sırada bir delikanlı da kahve istemiş, Cerazep onu duymuş… Bu O’ymuş…

O anda ikisi de sanki kırk yıldır tanışıyormuş gibi gülümsemişler birbirlerine… İkisinin de içine ılık bir şeyler akmış, ikisinin de kalpleri yerinden çıkarcasına atmaya başlamış, hatta midelerinde kelebeklerin uçuştuğuna yemin bile edebilirlermiş… Hiçbir şey diyememişler, aslında bir şey demelerine gerek de yokmuş zaten, gözler her şeyi anlatıyormuş çünkü… Kahvelerini içmişler ve hiç konuşmadan, el ele çıkmışlar oradan…

Üç gün boyunca Cerazep’ in eve gitmesi gereken günler dışında hiç ayrılmamışlar birbirlerinden… Her şeyi konuşmuşlar, paylaşmışlar, birbirlerine iyice vurulmuşlar, gerçek aşkı keşfetmişler… Cerazep aslında aşkın bu olduğunu, önceden hissettiklerinin sadece bir beğeni ve ulaşılmazlık olduğunu anlamış; Cardimerto da aşık olmanın ne demek olduğunu görmüş, doyasıya yaşamış…

Bu mükemmel üç günün sonunda, acı gerçekle karşılaşmışlar; Cardimerto’ nun ülkesine dönmesi gerekiyormuş… Üçüncü günün sonunda ayrılmışlar, hem gidenin hem de geride kalanın yüreği parçalanmış, fakat elden gelen bir şey yokmuş… Bu ayrılıkları göze alarak başlamışlar bu mucizevî ilişkiye zaten, ama işte katlanmak dayanılmayacak kadar zormuş… Söz vermişler birbirlerine, birbirlerini bekleyeceklerine dair… Üstelik iki posta güvercini almışlar, haberleşebilmek için… Ve Cardimerto gitmiş…

Bu gidişten sonra, iki sevgili her gün ne yaptıklarını anlatan, aşklarını sevdalarını anlatan mektuplar yollamışlar güvercinleriyle birbirlerine… Bu iki güvercinin adları; Eren ve Cerenmiş, bu isimleri çok sevdikleri bir aşk masalından almışlar… Bu güvercinler ikisine de umut olmuş, sevdalıları birleştirmiş…

Ara sıra, fırsat buldukça Cardimerto Cerazep’ ini görmeye gelirmiş… İşte o anlar, zaman su olur, akar, Cardimerto’ nun gidiş zamanı hemencecik gelirmiş, o büyülü anlar çabucak bitermiş… Bu gidişler yüreklerini sızlatsa da, aslında bilirlermiş ki, her ayrılık bir sonraki kavuşmanın başlangıcıymış…

En sonunda ikisinin de okulları bitmiş, ikisi de iyi birer iş sahibi olmuş ve Cardimerto ailesiyle gelip Cerazep’ i istemiş… Cerazep’ in ailesi bu büyük aşktan haberdarmış ve bu isteği olumlu karşılamışlar… Nihayet iki aşık birbirlerine kavuşmuşlar, ömür boyu birbirlerine adeta taparak, mutlu ve sevgi dolu bir ömür geçirmişler…

Çok uzun yıllar sonra, İzrar adında bir genç kız deniz kenarında gezinirken bir şişe bulmuş, içinde birkaç kağıt varmış… Genç kız meraklanmış şişeyi açmaya çalışmış, başaramamış… Şişeyi yere atıp kırmış, almış kağıtları, kağıtlarda bir masal yazılıymış, üstelik içinde ailesinde hep sözü edilen Cerazep ve Cardimerto’ nun isimleri geçiyormuş… İyice meraklanan İzrar oturmuş bir kayanın üzerine ve okumaya başlamış:

“Evvel zaman içinde…”

Not: Masalı ben yazdım, akrepseveramazon da bilgisayara aktardı... Emeğine sonsuz teşekkürler...

12 Ekim 2009 Pazartesi

Sana Geliyorum...

Bitti... Seninle son görüşmemizi yaşadık soğuk telefon titreşimleri içinde. Ben ağladım, sense ağlamamı söyleyip durdun. Ama daha o telefonu açarken kararını vermiştin. Gücüm yoktu, savaşamadım.
Bu aralar tam da canımın acımaması, acısa bile hissetmemem gereken zamanlar diyordum. Hep güvendiğim biri vardı. Hep istediğim gibi beni seven, ileriye dönük hayallerimde başrolde olup hayatımı paylaştığım, uğruna ailemi karşıma almayı göze aldığım...
Şimdiyse bitmişti işte! Tek telefonla silip atmıştı beni hayatından. Nefret mi kusmalı yoksa yalvarıp yakarmalı mıydın bilmiyorum. Ama erkekliğime yediremedim. Güçlü olmalıydım, zaten ağlayarak hata etmiştim, daha fazla alçalmamalıydım onun gözünde ama olmadı...
Tutamadım kendimi, sürekli ona ulaşmaya çalıştım, sürekli arayarak onun deyimiyle taciz ettim kendime göre onun kötü de bir gıdımcık da olsa muhtaç olduğum sesine ulaştım.
Ama artık beni istemiyor, çekti gitti işte bundan ötesi var mı sanki? Hayatında biri olmadığını söylüyor ama nasıl inanırım ki? Beni çok sevdiğini, aşık olduğunu sölemiyor muydu bundan iki hafta öncesine kadar? Ne değişti şimdi? Bu kadar çabuk nasıl silip attı beni?
Yok hayır hala gururuma yediremiyorum bunu... Sadece bitip giden bir ilişki olarak bakamaz bana... Her kavgamızda uğruna dökülen göz yaşları da mı yalandı? Beni unutmadı değil mi? Aynı duyguları paylaşmıyor muyduk onunla? Sırf bu yüzden daha çok sevmemiş miydik? Eee o zaman ben hala deli gibi aşıkken onu görmek için çırpınıp dururken o nasıl arkasını dönüp de gidebildi?
Yapamıyorum işte!! Olmuyor!!! Onsuz nefes alınmıyor sanki? Peki ya o? Biricik sevgilim o nefes alabiliyor mu? Simsiyah saçlarına dolan rüzgar her kıvrımını havalandırdıktan sonra içine dolup onu yaşatıyor mu? Ya benimleyken aldığı kilolar? Şimdi yemek yemeyi bıraktı mı, zayıfladı mı yoksa? O içine baktıkça kaybolduğum, tek bakışının bedenimini tir tir titrettiği gözlerinden yaş dökülüyor mu?
Yoook hayır... Ona birşey olmasın. Ben her acıyı çekmeye razıyım. Tamam o bıraktı beni, vazgeçemiyorum hala ondan ama olsun. O üzülmesin, o mis kokulu tenine üzüntü sinmesin. Arabesk miyim? Sonuna kadar... "Sensiz yaşayamam" derdim ya bebeğim, yaşanmıyor. Buna hayat denmez, belki ölümden önceki son birkaç adım... Ama hayat olması için gerekli olan güneşim sensin ve sen yoksun...
Elini tutup gitme oraya dediğimde gitmeyecektin. Soğuk koğuşlar sana hiç yakışmadı meleğim... Orda bitmemeliydi herşey, ben yetişcektim sana o telefondan sonra, tutacaktım elinden, sarılacaktım sımsıkı... Dudağım dudaklarında vedalaşacaktık, olmadı...
Şimdi her gece benim o kadar dalga geçmeme rağmen silmediğin saçma sapan telefon mesajlarını dinliyorum. Her gece sana oradan iyi geceler diliyorum, ama ben uyumuyorum meleğim... Yatağımız hala sen kokarken nasıl uyuyabilirim ki? Çok erken bıraktın beni, ben sana halaa doyamamıştım. Tenini çok özledim meleğim... Kokun burnumda uzanırken tenine ulaşmaya çalışıp elimin soğuk çarşaflara değmesi korkunç!
Bırakmayacaktın sevgilim, benim sensiz yaşayamayacağımı biliyordun... İşte sana geliyorum birazdan yanında olacağım. Kalbim sıkışıyor ama ne doktora ne çocuklara haber vericem, uğraşmasınlar benimle, çünkü ben mutluluğuma geliyorum, sana geliyorum...

9 Ekim 2009 Cuma

Uykuya Giden Yol…


Rüzgar… İlk defa üşütmüyor tenimi. Düşüncelerimi dalgalandırmıyor, birbirine karıştırmıyor. Gidiyorum. En sevdiğim eylemi yapıyorum. Bu kez farklı. Nereye ve kime? Nasıl bir hayata doğru adımladığımı bilmiyorum. İşte hareket fireni çalmakta gecenin sessizliğine inat. İlk gelen tren. Evet bu. Dünde kalan yenilgilerime inat, beni bekleyen yeni öyküme doğru. Birinci adım, ikinci adım ve ağır kokulu bir koridordan ne kadar süreceğini bilmediğim, sonunda neyin ve kimlerin olduğunu bilmediğim bir yer. İşte dünyadan bir yer ve değişmeyecek olan tek varlık ben. Hareket etmesiyle yüreğimdeki atlılar da eşlik ediyor raylara… *

Etrafıma bakıyorum, tren çok kalabalık değil, tek kişilik bir koltuktayım, trenin istikametinden ters yöne oturuyorum… İşte, benim hayatım bu aslında, yılların gittiği yönün tersine gidiyorum hep, ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım, yıllarla beraber gidiyorum, meğer ters yöne gittiğimi sanıyormuşum da haberim yokmuş… 55 yaşına geldim ve elimde kalan şey bu… Yalnızlık, kimse kalmadı arkamda… Hoş, kalmasını ister miydim, onu bile bilmiyorum… Hep yalnız oldum, hep yalnız kaldım, halbuki sevdiğim bir kadınım vardı, ya da sevdiğimi sandığım, ona bile bağlanamadım… Beni seviyordu, ben de gerçekten sevmeye çalıştım onu, ama olmadı işte, lanet olası kişiliğim izin vermedi bağlanmaya… Neye bağlanabildim ki zaten ömrüm boyunca? Doğru dürüst bir işim olmadı, kendimi ait hissettiğim ne bir yuva, ne bir kent, ne de bir düşünce…. Hiç birisi olmadı. İşin enteresan kısmı, bu bana hiç dokunmadı, ta ki bir anda her şeyi bırakıp gitmeye karar verene kadar… İnsanoğlu ne ilginç bir varlık, belki de garip olan benim de kendime itiraf edemiyorum, bir kararla bütün hayatını akıp yeni ufuklara yelken açabiliyor… Gittiği yeri bilemese bile…

Hakikaten, nereye gidiyorum ki ben? Önüme gelen ilk trene bilet vermesini söyledim gişedeki görevliye, nereye gittiğini bile söyletmedim, kendime sürpriz yapacağım… Ne bilete baktım, ne de trenin adına, sadece gidiyorum işte… Bu kez hayata meydan okuyorum; malum, hayatta gittiğimiz yer belli, ölüm… Ama ben, nereye varacağını bilmediğim bir trendeyim, böylece hayatı alt etmiş oluyorum… İyi de, benim trenin nereye gideceğini bilmemem, onun nereye gittiğinin belli olmamasını gerektirmez ki… Bir insan, ölüme gitme düşüncesini hiç aklına getirmese de ölüme gidecektir eninde sonunda, yani aslında benim nereye gittiğim de bir bakıma belli işte… Of, yine mat edemedim hayatı, bu sonsuz dileğimi bir kez olsun gerçekleştiremeyecek miyim ben? Acaba nereye gidiyor, burada bulunanlara bakılırsa bir kente gidiyor, yakınlarda hangi kentler vardı? Yo, hayır, ben de trenin gittiği kentte değil de yoldaki bir istasyonda inerim, böylece gerçekten nereye gittiğim belli olmaz… Peki, istasyondaki tabelaları ne yapacağım? Hiç bakmasam da, bir şekilde görürüm elbet… Neyse, şimdilik bu düşünceyi unutayım, yoksa kafayı yiyeceğim… Benimki de laf işte, sanki çok akıllıyım da… Şu anda içinde bulunduğum durumun bile hiçbir mantıklı açıklaması yokken, hayata karşı gelmeye çalışıyorum bu küçücük varlığımla… En iyisi biraz uyku, belki bunlardan uzaklaşabilirim… Uyku, al beni koynuna, en azından birazcık kendimden uzaklaşayım… Uyku… Sana teslim oldum…

* Yazarımız enigma'nın başladığı yazıya bir devam denemesi...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Yüreğimi Duyar Mısın?


“Duy beni… Ne olursun, bir kerecik de olsa duy beni… Bak sana bakıyorum, sana konuşuyorum, her hareketini yüreğime işliyorum… İşte, canın sıkılmış belli, huzursuzca masaya parmaklarını vuruyorsun, sürekli saatine bakıyorsun… Her gün burada seni izlemek bile öyle çok mutlu ediyor ki beni… Ah, hele seninle birlikte olabilme fikri… Hıh, neler diyorum ben, sanki sen bana bakarsın da… Yanında o çakma sarışınlardan bir dolu var nasılsa, hepsi elinin altında, benim gibi bir asosyal kitap kurdunu ne yapacaksın ki… Ah, kahretsin, gördü benim ona baktığımı! Tanrım, ne yapacağım şimdi, rezil oldum!”

Erkek görmüştü kızın ona baktığını, zaten ne zaman şu okulun kantinine gelse, bu kız kantindeyse hep onun gözlerini üzerinde hissederdi… Birkaç kere yakalamıştı bakışlarını, her seferinde kız, kıpkırmızı bir yüzle önünden hiç eksik etmediği kitabına gömülüyordu… “Ne aptal kız, bu devirde bu utangaçlık hayret doğrusu, beğeniyorsan gel söyle” diye düşündü… Zaten yanındaki kızlara da iyice gıcık olmuştu, hep aynı şeylerden bahsediyorlardı, varsa yoksa erkekler, diziler, makyaj malzemeleri… Tekrar etrafına bakınmaya, daha doğrusu kendisine kaçamak bakışlar atan kızı incelemeye başladı… “Hoş kız aslında, ama çok utangaç” diye geçirdi içinden, bu sırada kız başını kaldırdı, göz göze geldiler… Hayret, kız bu kez kaçırmamıştı gözlerini… Erkek, o gözlere baktı, baktı… O gözlerde aşkı gördü, umudu gördü, umutsuzluğu gördü, bu ana kadar kimsede görmediğini, şu ufacık anda karşısındaki simsiyah gözlerde gördü… Erkek, hiç hissetmediği bir irkilme yaşadı, ama anında anladı ne olduğunu, âşık olduğunu…

“Aman Allahım, neden bakıyor bana? Heyecandan öleceğim şimdi, ama kaçırmayacağım gözlerimi işte, bana ne… Hem bu bal rengi gözlere bakılmaz mı, ne de güzeller… Of, bakma ne olursun böyle… Kalbimin atışını duyuyorum resmen… Aa, o da ne? Şu sarışın kız neden sarıldı ki ona? Yoksa… Tabii ya, ne kadar safım… Burada oturmuş boş hayallere dalıyorum ancak, başka işim yokmuş gibi… Kalkıp gideyim bari otobüse yetişeyim…”
Kız kalktı, hızlı adımlarla çıktı kapıdan, erkek gidişini seyretti… Neden sonra, “Öff!” diyerek çekti sarışın kızın kollarını boynundan, kızın peşinden gitti… Okulun dış kapısından çıktığında baktı etrafına, işte, kız biraz ilerde, yolun karşı tarafına geçmek için bekliyordu… “Hey!” diye bağırdı erkek, “Hey! Bakar mısın?” Kıza niye seslendiğine, baksa ne söyleyeceğine dair en ufak bir düşüncesi bile yoktu, sadece sesleniyordu işte… Ama kız dönmedi, karşıya geçiyordu… Trafik yoğundu, kız etrafına korkuyla bakıyordu, yolun ortasına gelmişti fakat bir gariplik vardı kızın davranışlarında, üstelik erkeğin bütün seslenmelerine kayıtsız kalmıştı, kız lütfedip dönüp bakmamıştı bile… “Aman, yanlış anlamışım demek ki bakışlarını, ne yapayım… Gidip yanına konuşacak halim yok ya bu durumda” diye düşündü... Arkasını döndü, tam gitmek üzereyken acı bir fren sesi duyuldu, kızdan hiç ses çıkmadı…

“Önüne baksana!” diye bağırdı şoför, “Canına mı susadın, zor durdurdum arabayı…”
Erkek baktı, kız şaşkın şaşkın kendisine bağıran adamın yüzüne bakıyordu… Şoför neden sonra durdu, baktı kıza, bir acıma duygusu belirdi yüzünde, elini kulaklarına götürerek “Duymuyor musun?” dedi yavaşça, kız başını salladı iki yana, elini ‘Özür dilerim’ anlamında kaldırdı, karşıya geçti… Erkek öylece kalakaldı bir başına, yüreğindeki kelimeleri bu sağır – dilsiz kızın kulağına duyuramamanın acısıyla…

8 Eylül 2009 Salı

delinin sayıklamaları

yılın ilk yağmuruyla içim titredi bu akşam... ince ince süzülmesini beklerken birden bardaktan boşanırcasına yağan yağmur korkuttu bas bas bağıran o gök gürültüsüyle... ya zaten oldum olası sevmememişim karanlık bulanık gökyüzünü; güne parıldayan bi güneşle başlamak varken karanlık sabahlara uyanmak niyedir? içim daraldı bütün koca bir gün boyunca... tam rahatlayacağım evime gitcem derken hava iyice bozdu. sanki beni bekliyordu dışarıya karanlıkta çıkmam için.
daha kafamı kaldırır kaldırmaz soğuk rüzgarlar sardı boynumu, karanlık arttı, bi yandan da çiseledi durdu yol boyunca... otobüsün içinde kulağıma müzikten yarattığım dünyaya kapatıp uyumaya çalıştım ama sanki işkenceyi yaşamam için uyumayı dahi beceremedim. eve gelene kadar telefona yapışıp iki üç güzel sözle enerji depolamaya çalıştım sürekli. başarmadım değil tabi ki işe yaradı, otobüsten inip eve gidebilmemi sağladı.
offf aman tanrım ev yaaa... eve girer girmez nasıl bi yağmur indirdi anlatamam. sanki gök delindi. bir torba suyu tepemize boşalttılar diye düşünüyor insan yahu. sokaklar dere oldu resmen. beynimde şangırdıyor hala o gökgürültüsü. bütün evi aydınlayan yıldırım, onun ardından araba alarmlarını dahi bağırtıp duran bi ses. insanını yanıbaşında davul çalarlar da kalbinin içinin titrediğini hisseder ya öyle birşey işte.
işte o anda insan istiyor ki sevdiği, kendini güvende hissedeceği kişi yanıbaşında olsun. daha o istemeden gelsin sarsın kollarıyla.
ahh işte o mesafe... aynı yağmuru yaşamak zorunda da olsan anları birlikte yaşayamamak...
nasıl bir yazı oldu bu çözemedim ki... deli saçması diyip geçiverin canım siz de... bir delinin sayıklamaları...

1 Eylül 2009 Salı

Rüzgar… İlk defa üşütmüyor tenimi. Düşüncelerimi dalgalandırmıyor, birbirine karıştırmıyor. Gidiyorum. En sevdiğim eylemi yapıyorum. Bu kez farklı. Nereye ve kime? Nasıl bir hayata doğru adımladığımı bilmiyorum. İşte hareket fireni çalmakta gecenin sessizliğine inat. İlk gelen tren. Evet bu. Dünde kalan yenilgilerime inat, beni bekleyen yeni öyküme doğru. Birinci adım, ikinci adım ve ağır kokulu bir koridordan ne kadar süreceğini bilmediğim, sonunda neyin ve kimlerin olduğunu bilmediğim bir yer. İşte dünyadan bir yer ve değişmeyecek olan tek varlık ben. Hareket etmesiyle yüreğimdeki atlılar da eşlik ediyor raylara…

21 Ağustos 2009 Cuma

AĞABEYİ YOLUN SONUNDA BEKLİYOR

Küçük bir şehrin küçük bir istasyonuydu. Trenler nadiren geliyordu, buraya uğrayan pek olmazdı, demiryolu büfesinde geceleri sıkıntıdan uzun süre oturan insanlar artık birbirlerini iyi tanıyorlardı: ucuz şarap, bira ve çaktırmadan içeri sokulmuş votka içerlerdi; sabah başlarında şiddetli bir ağrıyla sersemlemiş bir halde işe giderlerdi. Ilık ve boğucu bir yaz gecesi o adam geldiğinde herkes başını kaldırdı. Garip bir görünümü vardı: yüzü öylesine buruşmuştu ki, kimse yaşını tahmin edemezdi, sırtı yay gibi eğriydi, gözlerindeki ifadeyi delicesine bir şaşkınlık olarak belirtmek mümkündü. Eşikte durmuş, şapkasını elinde buruşturarak yüzünde aptal bir gülümsemeyle etrafına bakınıyordu. Muziplik yapmak isteyen bir çocuk gibi ağırlığını bir bacağından ötekine geçirip duruyordu. Başını iyice öne eğmişti ve kendisine bakanlara biraz yan döndüğü sırada büfedekiler adamın ensesinde kambura benzer etli bir yumru olduğunu fark ettiler. Genç yaşta fiziksel olarak ağır işlerde çalışmaya başlayan erkeklerde olduğu gibi.
Uzun bir süre öylece ayakta kalmış, aynı meraklı gülümsemesiyle etrafına bakıyordu. Sonra biraz daha eğildi ve bir kadınla iki genç adamın oturduğu kenardaki ilk masaya yaklaştı çabucak. Yanlarında dikildi ve elini masanın kenarına dayayıp kadına doğru eğildi ve gözlerini açarak kadına baktı. Kadın bir hışım geri çekildi.
− Ne istiyorsunuz? - diye sordu gençlerden biri. Sarı saçları ve yanık teniyle hoş bir delikanlıydı; boyun kısmı genişçe açık mavi gömleği, bu renk zıtlığını daha da belirginleştiriyordu. Biraz bekledi, kambur cevap vermeyince soruyu tekrarladı:
− Bizden ne istiyorsunuz?
Kambur adam susuyordu. Gözlerini ayırmadan kadına bakıyor ve sevinçle gülümsüyordu.
− Ne istiyorsunuz? - diye tekrar sordu yakışıklı genç ve devam etti:
− Siz bizim muhatabımız olamazsınız, bunun farkındasınızdır herhalde. Cehennemin dibine gidin.
Kadına bakan adam kılını bile kıpırdatmadı, doğruca kadının yüzüne bakıyordu, gözleri ise her geçen saniye daha bir açılıyordu. Bunun üzerine diğer genç adam hızlı bir hareketle adamın elini masadan itti.
− Çek git - dedi - git buradan, yoksa kötü olacak. Sana söylüyorum: hemen çek git buradan.
Kamburu arkasından itti. Adam ağır ağır, gönülsüzce uzaklaştı. Etrafına dikkatle bakarak kısa bir süre salonda şöyle bir dolaştı, sonra yine bir masanın yanında durdu. Bu masada parlak elbiseli bir kadın iki askerle oturuyordu. Üçü de biraz çakırkeyifti, etraftaki diğer insanları umursamadan kendi aralarında eğleniyorlardı, kamburun yanlarına gelmesi hiçbirinde bir şaşkınlık yaratmadı.
− İçmek mi istiyorsun dostum? - diye sordu askerlerden biri, bira bardağına şarap koydu ve kambura uzattı. – İç - dedi − ve bizi iyi hatırla.
Kambur kadehi almadı. Kadına baktı ve hiçbir şey söylemedi. Dişsiz diş etlerini göstererek gevrek gevrek gülümsedi, kadın başını çevirdi.
− Zaten sarhoş – dedi - onu rahat bırakın. Yeterince içtiğinin farkında herhalde.
− Hayır, hayır - dedi asker. Bardağı bir kenara itti. – Otur canım - dedi kambura. – Otur da kendinden bahset. Nerelisin?
Kambur susuyordu, buruşmuş yüzü sanki büyük bir bardak votka içmiş gibi aniden kızardı. Kadın birdenbire sinirlendi.
− Dilsiz - dedi öfkeyle. Askerlerden birine döndü: − Söyleyin gitsin buradan. Birkaç dakika huzur içinde oturamayacak mıyız? Gitsin.
Başından beri sessiz duran diğer asker aniden:
− Evet, evet, git buradan.
Kambur adam buna rağmen de gitmeyince, kızarmış yüzünü ona doğru eğip tıslayarak:
− Uza, anladın mı? - dedi.
Kambur bir an öylece kaldı, sonra bir adım attı ve dönüp kadına baktı. Onu kenardan izleyenler kamburun, gözleri sanki tek bir görüntü algılıyormuşçasına kadından başka bir şey görmediği izlenimine kapılmışlardı. Bu pek hoş bir durum değildi. Masadakiler kısa bir süre sessiz kaldılar, askerlerden biri yüksek sesle arkadaşına şöyle dedi:
− Anlaşılan, insan dilinden anlamıyor.
− Polis çağır - dedi kadın başını çevirerek. – Yapacak başka bir şey yoksa, polis çağır.
− Burada, bu istasyonda mı? Tanrıyı çağırmak bile daha kolay.
− Bekle - diyerek birden canlandı ikincisi. –Ben onun icabına bakarım.
Elini kemerine atıp tabanca çıkarır gibi numara yaparak, kambura doğru nişan aldı ve yüksek sesle bağırdı:
− Tak, tak.
Kambur adam elleriyle gözlerini kapadı ve beceriksizce geri çekilmeye başladı. Kapıda ayağı eşiğe takıldı ve düştü. Sonra çarçabuk kalktı ve kapıyı bile kapatmadan kaçıp gitti. Oradaki herkes gevrek gevrek güldü.
− Ne garip adam. - dedi kadın.
− Ne de olsa onun gibi insanlara her zaman rastlanmaz.
− Deli mi ki acaba?
− Allah bilir.
− Az mı deli var bu dünyada? Herkes biraz delidir.
− Bir deli çıplak bir kadın görmek isteyince ne yapar, biliyor musunuz?
− Ne?
− Evlenir.
− Seni ahlaksız! Ama o deliye benzemiyordu.
− Evlenen erkekler de deli gibi görünmezler.
− Eğer böyle konuşmaya devam edersen, çeker giderim.
− Burada başka arkadaş bulamazsın. Bizim arkadaşlığımıza mahkumsun.
− Trenimiz saat kaçta gelir?
− Daha zaman var. Saat beşte. Allah’ım yine geldi…
Üçü de başını çevirdi. Kambur adam kapıda durmuş, etrafı dikkatlice inceliyordu, ilk fark ettikleri şey, yüzünden hiç silinmeyen o gülümsemeydi. Birkaç saniye öylece dikildi; orada bulunan hiç kimsenin onu dışarı atmaya niyeti olmadığını anlayınca yavaşça salonun ortasına geçti. Bir grup insanın oturduğu bir masanın yanında durdu; masada oturanların önlerinde duran boş şişelerin çokluğu, sabahtan beri boş durmadıklarının kanıtıydı. Kimse ona aldırmadı; kazık gibi öylece dikiliyordu. Bir anda elini kaldırıp kadınlardan birinin omzuna dokundu ve elini kadının omzunda çok sevecen bir şekilde gezdirmeye başladı. Kadın yavaşça başını çevirdi, ama yanında yabancı bir adam görünce çığlığı bastı ve yanındaki adama sokuldu. Adam öfkeden mosmor kesilerek ayağa kalktı.
− Ne var, cehennem olası? - dedi - Ne var, utanmaz herif? Sen kendini ne zannediyorsun?
Öfkeden deliye dönmüştü, hırsını alamayarak kamburun ağzının ortasına güçlü bir yumruk indirdi.
Kambur geri çekilmedi, hatta adamın yüzüne bile bakmadı. Ağzından akan kanı yaladı ve kadına bakmaya devam etti. Kadının omzuna tekrar dokunmak ister gibi, elini yukarıda tutuyordu. Yüzündeki gülümseme ve yaptığı bu hareket adamın öfkesini fena halde körükledi. Bu sefer çok daha şiddetli biçimde iki kez vurdu: bir yüzüne, bir midesine. Kambur acıdan kıvranıyordu; adam o sırada yüzüne yıldırım hızıyla tekme attı. Kambur boylu boyunca yere serilmişti.
− Yeter mi? - diye sordu adam. Soluk soluğaydı, terli alnını silmeye başladı; büyük kareli mendili sırılsıklam olmuştu.
Köşedeki masada oturan iki demiryolu görevlisi yerlerinden kalktılar. Boylu boyunca yerde uzanan adamın yanına yaklaşıp üzerine eğildiler.
− Bu kadarı yeter - dedi birisi. Kamburu döven ve hala ayakta duran adama döndü. – Onu perona çıkarıyorum. Temiz hava iyi gelir.
− Hayvan - diye homurdanıp oturdu.
Demiryolu görevlileri yatan adamı kollarından yakaladılar ve perona çıkardılar. Gece boğucuydu, nefes almakta zorlanıyorlardı, üniformalarının sert yakaları onlara azap veriyordu. Etrafta kömür ve güneşten ısınmış yaprak kokuyordu. Uzakta semaforların yeşil ışıkları üzerinde Büyük Ayı ‘nın solgun yıldızları parıldıyordu.
− Daha iyisin ya? - diye sordu kambura görevlilerden biri.
Başını salladı.
− Ağabeyinin nerede olduğunu öğrendin mi?
Ne bir şey söyledi, ne de bir baş hareketi yaptı. Görevli kemerinden fenerini çıkardı ve kendi yüzüne tuttu.
− Sana söyleyeceklerimi anlar mısın?
− Evet - dedi kambur.
− Ağabeyin nerede oturuyor, biliyor musun?
− Hayır, bilmiyorum.
Bir an sessiz kaldılar. Görevli feneri biraz daha yukarı kaldırdı.
−Dinle – dedi - şu demiryolu hattını görüyor musun?
− Evet, dedi kambur.
− Şu demiryolu hattı boyunca git. Bir kilometre, belki de iki. Ben bugün senin ağabeyinle görüştüm. Seni bekleyeceğini söyledi. Onunla buluşacaksın. Bana seni yanına alacağını söylemişti. Anladın mı?
− Evet - dedi kambur.
− Hadi git o zaman. Sigara ister misin?
− Hayır - dedi kambur. Gitmem gerek. Eğer beni bekliyorsa gitmem gerek. Sonra yanınıza ağabeyimle beraber gelirim.
Yola koyuldu. Arkasından demiryolu hattında traverslere takılarak nasıl koştuğuna baktılar.
− On dakika sonra bu hattan tren geçecek - dedi o ana dek sessiz kalan görevli.
Diğeri ışıklı saate baktı.
− Sekiz dakika sonra.
− Güneş doğuyor. Cep fenerini kapatabilirsin.
− Birkaç gün sonra güneş artık daha geç doğacak.
− Hiç mi duymuyor?
− Kütük gibi sağır. Bir adım arkasından vurabilirsin onu.
− Hapiste mi sağır olmuş?
− Evet. Belki de daha önce.
− Mutlaka ona içerde bir şeyler yapmışlardır.
− Hiçbir fikrim yok. Belki de üzerinde bazı sorgu teknikleri denemişlerdir.
− Bu konu hakkında hiçbir şey duymak istemiyorum, anlıyor musun? Beni hiçbir şey ilgilendirmiyor. Bu konuda bir şey duymak istemiyorum.
− Dinleme o zaman.
Tekrar bir sessizlik oldu. Güneşin kırmızı küresi ufukta göründü. Islak raylar güneşin ışınları gibi parıldıyordu. Kambur ileride raylar arasında koşuyordu.
− Kaç sene yattı?
− On bir sene. Partizanlık nedeniyle. Şimdi de salıvermişler.
- Kimsesi yok mu?
− Yok - dedi görevli – Ayrıca biraz da kafayı sıyırmış. Hapse düştüğünde, daha çocukmuş. Bir zamanlar bir ağabeyi varmış, hep onu bekliyor, hep onu arıyor. Bu ağabeyi uzun zaman önce ölmüş, ama o buna inanmak istemiyor. Ne de olsa hapishanede geçen on bir yıl insanda iz bırakır.
− Tüm bunları nereden biliyorsun?
− Üç gün önce hapishaneden çıkanlarla geldi. Genel aftan salıvermişler. Diğerlerini aileleri, karıları vs. bekliyordu, ama onu bekleyen kimse yoktu. Dün bütün parasını çalmışlar. On bir sene hiç kadın görmemiş, onlara öyle bakması bu yüzden. Şamar oğlanına döndü, gelen vuruyor, giden vuruyor.
Saatin altındaki banka oturdular.
− Ağabeyini bulamazdı ki - dedi görevlilerden biri.
−Yaşamıyor da ondan.
− Doğru. Belki de onu bakımevine alırlar, ne dersin?
− Dört duvar arasına mı? Ayrıca… Bu konuyla ilgilenecek zamanın var mı?
− Yok.
− Böylesi daha iyi olacak.
− Anladım. Trenin gelmesine iki dakika kaldı…
Aniden arkadaşına döndü.
− Baksana – dedi - Bekleme salonunda kendisine seslenirken yüzüne ya da gözlerine baksalardı, dayak atmak zorunda kalmazlardı, değil mi?
− Kesinlikle - dedi diğeri – Kesinlikle…
Tren gürültüyle geldi, gümbürtüsü kesildiğinde görevli şöyle dedi:
− Bir dakika erken geldi. - Yerdeki taşa bir tekme atıp acı acı gülümseyerek: − Öyle ya - dedi. Herkes yüzümüze bakabilseydi…


Marek Hlasko
çeviren:enigma

13 Ağustos 2009 Perşembe

ɱᶙʈɭᶙɭᶙҝ

Usulca gözlerini kapadı, bu gece hayallere dalmak istiyordu. Eskiden bunu ne kadar sık yapardı oysa... Gözlerini bile kapatmasına gerek olmazdı, hayalleri onu gelip bulurdu günün her anında. Devrik cümleler gibi hep hayatındaydı. Ama artık susmuştu içindeki ses son zamanlarda.
Evet ya kendini dinlemeyeli, hayatındaki sesleri arkaya itekleyip kendi iç sesini duymayalı ne kadar olmuştu ki... Hatırlayamıyordu bile...
Ayaklarını uzattı oturduğu koltukta, bu koltuğu bile özlemişti. Burada oturduğunda sabaha kadar kendisiyle konuştuğu hayalleriyle bütünleştiği ne geceler olmuştu üstelik. Ama şimdi ona yardımcı olacak şeyler arıyordu. Mutlu olmaya çabalıyordu sürekli.
Tekrar odaklanmaya çalıştı hayallerine, neredeydi ki şimdi onlar? Her zaman böyle değildi, biliyordu bunu ama yapamıyordu işte, gidemiyordu o geçmişteki günlere. Zamanı geri almaya çalışmak değildi yaptığı sadece hayallerini yakalamaya çalışıyordu. Şimdiyse hayallerini gerçek kılmaya çalışırken hayallerini yok etmişti işte.
Susturmaya çalıştı içindeki mantık sesini, bu gece deniz kenarına gidecekti. Dolunayın ışığı yüzüne vuracak ama o yanan fenerlerin ışığında gecenin sesini, dalgaların hışırtısını dinleyerek kitap okuyacaktı. Evet bu gece sahilde olmalıydı, oraya gidemiyorsa bile hayalleri onu sahilde var edecekti.
Denizin sesini duymaya çalıştı, tabi ya işte bu dalgaların sesi, yüzüne vuran loş ışıksa fenerin ışığı... İnkar edilecek birşey yoktu, salladığı ayağını artık bütün gün güneşten ısınmış ama artık ılımaya hatta soğumaya yüz tutmuş kumlara daldırabilir, gönlünden geldiği gibi savurabilirdi. Keyifle elinde uzun zamandır okumak istediği romanın sayfalarının kokusu içine çekti, deniz kokusu karışmıştı buna bile.
Aman tanrım bunu nasıl da özlemişti... Hayatındaki karmaşaya nasıl da dolanıp kalmıştı aptalca mantığının sesiyle. Bu gece devam etmeliydi, bitmemeliydi kesinlikle.
Dudaklarına bir de şarkı kondurdu, Jehan Barbur'dan Uyan, uyanmıştı artık, hayatın peşinden koşmak yerine, eskisi gibi anı yaşayacaktı, daha çok güzelliğe sevinecek, daha az üzülecekti. Niye bu hengameye takılıp kalmıştı ki?
Çok güzeldi bu gece... Yaşlandıkça herşey daha mı zorlaşmıştı onun için acaba? Geçmişi bırakıp adım adım mutluluğa gidiyordu hayallerindeki kumsalda... Ilıktı hava, bir yaz gecesi için serin bile sayılabilirdi, ferahlıyordu gitgide denizin nemli serinliğiyle...
Karşıdan gelen de kimdi? Elini uzatıyordu ona yanına gitmesi için ama gidip gitmemekte tereddütlüydü hala... Yo hayır bu gecenin büyüsü bozulmayacaktı ayağa kalktı kitabı bir yana bırakarak hayallerinin içinde. Elini uzattı o da...
Gidiyordu işte, ferahlamış bir şekilde mutluluğuna. Uzun zamandır aradığı mutluluk bu olmalıydı; sanki hayalinin ötesinde gidiyordu o uzanan ele doğru. İçindeki huzur sımsıkı sarıyordu dört bir yanını, tuttu eli içtenlikle. Artık bitmişti tüm sıkıntılar...

Kim nereden bilebilirdi onun bu kadar huzurlu, bu kadar mutlu öldüğünü ki... Sanki hissetmiş gibi en sevdiği koltuğu seçtiğini söylediler sevdikleri, hatta torunları bile. Çok zor günler geçirmişti ama o artık rahatlamıştı. Herkesin onu sevdiği bir ailenin içinde yaşamış ve öyle ayrılmıştı ruhu bedeninden...

9 Ağustos 2009 Pazar

Barışın Rengi Kırmızı...


-Askerler! Çabuk buraya gelin!

Bu çağrı üzerine, karargâhta bulunan bütün askerler, komutanın bulunduğu alana yöneldiler. Komutan Savaş Yıkıcı, yardımcılarını yanına aldı, karşısındaki askerlere göz gezdirdi ve konuşmasına başladı:

-Sizler, seçilmişlersiniz. Bütün dünyayı ele geçirme çabamız, artık bir nihayete erecek. Bunu, sizlerin üstün yeteneklerinizle başaracağız. Ey seçilmişler! Tüm dünyayı kontrol altına almaya, Barış Ölmez denilen pisliği ve bize karşı çıkan bir avuç zavallıyı ortadan kaldırmaya, adımızı dünyanın her yerine yaymaya var mısınız?

-Varız! Diye gürledi bütün askerler…

-Öyleyse, diye devam etti Savaş Yıkıcı, herkes hazır olsun! Yarından itibaren, bütün dünyaya gücümüzü kabul ettireceğiz. En ücra köşelere kadar gidip, düşmanlarımızı yere sereceğiz. Şimdi gidin, iyice dinlenin, yarın zafer bizim olacak! Dünya bizimdir!

-Dünya bizimdir!

Bu konuşmadan sonra Savaş Yıkıcı, yardımcılarını toplantıya çağırdı. Onlara yaptığı planı anlattı:

-Beyler, ben bu akşam televizyona çıkıp, dünyanın hemen hemen her bölgesine yayın yapacak olan bir konuşma yapacağım. Bu konuşma, yapacaklarımıza toplumların hazır olmalarını ve bizi desteklemelerini sağlayacak. Desteklemeyenler ise, zaten çoktan öbür dünyayı bylamış olacaklar… Ben konuşmamı bitirip de buraya geldiğimde, herkesi hazır görmek istiyorum. Sabaha karşı buradan çıkacağız; siz de şimdiden diğer bölgelerdeki birimlerimizi haberdar edin, onlar da hazır olsunlar. Zafer yakındır…

Barış Ölmez, karısı Sevgi’yle evinde oturuyordu. Döndü, hamile eşine baktı. “Her haliyle güzel” diye düşündü, sonra dayanamayıp Sevgi’nin yanağına sıcacık bir öpücük kondurdu. Sevgi şaşırmıştı, gülerek eşine baktı;

-Hayırdır Barış, ne bu sevgi birdenbire?

-Ne var canım, sevgili eşimi öpemez miyim “birdenbire”?

-Yok, yani öpersin, ki öp tabii de, artık hamilelikte aldığım kiloları kabullenmiş görünüyorsun, laf etmiyorsun artık? Güzel mi gözüküyorum yani?

Barış güldü, ya onlar gidecek zaten o konuda düşüncem değişmedi, dedi ve ekledi, ama sen benim için her zaman her halinle güzelsin sevgilim…

-Canım benim, diyip sarıldı Sevgi. Söz, bütün bu fazlalıklar gidecek… Aa Barış, dedi birdenbire Sevgi. Unutuyordum neredeyse, televizyonu açsana dizim başlamıştır, kaçırmayayım.

-Tamam, dedi Barış. Açalım bakalım şu çok önemli dizini…

Barış televizyonu açtı, ancak açtığı kanalda dizi yerine son dakika haberi veriliyordu. Baktı, “hayır, olamaz” dedi, Sevgi;

-Ne oldu Barış, kim bu adam? Neden çıkmış televizyona, ne istiyormuş?

-Sevgilim, bu adam Savaş Yıkıcı… Kendisi benim bölüğümde üst düzey askerdi, ancak çok şiddet yanlısı olduğu için biz bunu atmıştık. En son duyduğumda, bağımsız bir ordu kurmuş, sözde uluslar arası barışın sağlanması için çalışıyormuş. Ordudan atıldığında, dünyayı ele geçirme gibi zırvalardan bahsediyordu, umarım bu tür emelleri yoktur…

-Umarım Barış, sesini açsana bakalım ne diyormuş…

-Ey insanlar, diye söze başladı Savaş Yıkıcı. Görüyorsunuz ki, dünyada büyük bir karışıklık ortamı mevcuttur. Bu ortam, insanların, bizden öncekilerin uzun yıllar boyunca sürdürdüğü bu mükemmel düzene karşı çıkmalarından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki insanlar, bu düzenin vazgeçilmez ve alternatifsiz olduğu gerçeğini kavramalıdırlar. Bu düzene alternatif olarak sunulan bir sürü düzen kuruldu, peki ne oldu? Büyük çoğunluğu yıkıldı, zar zor ayakta kalabilenler ise, berbat bir durumda. O yüzden, şu görülmelidir: Mevcut düzen, bizim tek seçeneğimizdir! Bizler, bu düzenin bekçileri olarak, onu korumak için ne gerekiyorsa yapacağız. Bu düzeni bozmak isteyenler! Hesap günü yakındır…

-Barış, şaşkınlık içinde öylece kalakalmıştı. Bir hıçkırık sesi duydu, Sevgi ağlıyordu. Onun gözünden akan yaşları sildi;

-Merak etme, onu durdurmanın bir yolunu bulacağım, dedi. Sevgi:

-Ya sana bir şey olursa? Ben sensiz ne yapa…

-Hişşt, lütfen Sevgi. Bunları düşünme. Hem bak şunun şurasında doğurmana ne kaldı ki? Zaten hala bebeğimizin cinsiyetini bile bilmiyoruz…

-Bunu konuşmuştuk Barış, ikimizin çocuğu olduktan sonra, cinsiyetinin ne önemi var?

-Haklısın karıcığım, hadi sen yat artık, ben de birazdan geleceğim.

-Peki, iyi geceler…

-İyi geceler sevgilim, dedi Barış. Sevgi odaya gidince, biraz daha oturdu. Bir şeyler yapmalıydı, ama ne? Bu adam çıldırmıştı, mutlaka durdurulmalıydı. Düşündü, eski silah arkadaşlarından bir ordu kurmalıydı. Bunu hemen uygulamalıydı, yoksa çok geç olabilirdi. İçeri gitti, Sevgi uyumuştu. Onu öptü, gidişi ve yapacaklarıyla ilgili bir not yazdı, usulca çıktı. Barış, Savaş’ı durdurmalıydı…

-Kim Barış Ölmez mi beni durduracak? Güldürme lütfen, dedi Savaş yardımcısına. O kim oluyor ki, basit bir asker emeklisi sadece, diye devam etti. Sürekli dostça, kardeşçe yaşamaktan bahseden korkağın tekidir o. Onu yakaladığım yerde kendi ellerimle öldüreceğim. Hadi herkes hazırlansın, neredeyse güneş doğmak üzere. Dünyayı asıl sahibine geri döndürme zamanıdır…

-Savaş Yıkıcı’nın orduları, sabahla birlikte, dünyanın her yerinde “düzen bozucular”a saldırmaya başladılar. Her sabah aydınlık getiren Güneş, bu sefer bir felaket getirmişti… Her yerde çığlıklar, silah sesleri, bombalar, cesetler, kanlar… Tüm dünyanın üzerine karanlık bir bulut çökmüştü sanki… Her taraf karanlık ve alabildiğine kırmızıydı… Ölüm siyah, kan kırmızıydı, bu iki renk, hiç olmadığı kadar iç içeydi…

Savaş Yıkıcı, bu tablodan adeta sarhoş olmuştu. Bu karmaşanın bizzat içindeydi, aklında iste tek bir hedef vardı; Barış Ölmez… Onun, mutlaka kendisini durdurmaya çalışacağını biliyordu, ve bunu denemesini her şeyden çok istiyordu… Ancak bu şekilde onu öldürebilirdi… Sonra, baktı, bir yerden kendi askerlerinin çığlıkları geliyordu. Hemen seslerin geldiği yere döndü, evet oydu, Barış gelmişti. Ordusuna emir verdi ve gelenlerin üzerine doğru koşmaya başladı…

Barış Ölmez, tek seçeneğin, ordusunu toplayıp Savaş Yıkıcı’nın üzerine gitmek olduğunu anlamıştı. Eğer o durdurulursa, bu felaket de biterdi. Hemen ordusuyla beraber Savaş’ın bulunduğu yere doğru yola çıktılar. Vardıklarında, hemen etrafına göz gezdirdi; evet, Savaş, oradaydı. Etraflarındaki askerleri defettikten sonra, Savaş ve ordusunun kendileri üzerine koştuklarını gördü, ordusuna “İleri!” talimatını verdi ve ordusuyla gelenlerin üzerine doğru koşmaya başladı…

Müthiş bir çarpışma yaşanıyordu… Beyaz, siyah kalmamıştı artık, herkesin tek bir rengi vardı, kırmızı… Savaş, Barış’ın arkasının kendisine dönük olduğunu gördü, ona doğru ateş etti… Barış yere yıkılmıştı… “Barış vuruldu!” diye bir ses duyuldu, bunun üzerine Barış’ın ordusunda bir anlık kargaşa yaşandı, ama kendilerini çabuk toparladılar. Hemen iki üç kişi, Barış’ı tuttular, arka taraflara kaçırmayı başardılar. Çarpışma tüm şiddetiyle devam ediyordu…

Savaş, Barış elden kaçınca öfkeden deliye döndü. Ordusunu topladı ve bundan sonraki adımını düşünebilmek için oradan ayrıldı… Bir dahaki sefere onu kaçırmayacaktı…

Cepheden oldukça uzaklarda, sağlık ekibi konuşlanmıştı. Barış hemen buraya getirildi, yarası oldukça ağırdı. Bu arada, Sevgi koştu yanlarına, sabah notu bulduğunda, hemen emekli bir general olan babasını aramıştı perişan bir halde… Babası, Savaş’ın yerini öğrenmişti, böyle bir günde hem kızını hem de damadını yalnız bırakamazdı, hemen kızını da alıp savaş alanına doğru yola çıkmıştı… Sağlık ekibinin yanından geçerken, damadını görmüştü, hemen gitmişlerdi oraya… İşte, Sevgi eşini gördü, orada kanlar içinde ve neredeyse baygın bir şekilde yatıyordu… Ağlayarak sordu:

-Barış, neden? Neden yaptın bunu?

-Lütfen sevgilim, bana kızma… Bu adamı durdurmak gerekli, ben yapamasam da birileri mutlaka yapmalı… Barış, bunu dedikten sonra, Sevgi’nin babasına döndü; sizden ricam, ek kuvvetler toplayıp bu adamı durdurun lütfen… dedi. Ondan onay alınca Sevgi’ye döndü:

-Sevgilim, seni her zaman sevdim, senin kollarında ölüme gidiyorum, bu muhteşem bir ölüm… Lütfen kendine dikkat et, çocuğumuza da iyi bak… Senden tek bir ricam var; çocuğumuza Umut ismini koy… Ona iyi bak, onu koru… Barış ölse de, Umut Ölmez…

8 Ağustos 2009 Cumartesi

...Hoşgeldinizz...

Öyle çok ahım şahım yazı yazmak için yeterli deneyim bulunur mu bizde bilemem, ama çok konuşuruz. Konuşmalarımızı, içimizden geçirdiklerimizi, duyup da söylemek istediklerimizi, bazen şımarık bir uslupla bazense duygusallığın ince ayrıntılarıyla anlatmaya çalışacağız.
Amaç meşhur olalım herkes bizi okusun mutlu olalım değil tabi ki... Sadece yazmak istedik ve bu hep birlikte olsun dedik. Zamanında birkaç sözlükte de yazarlık yaptık kimimiz ama oradaki dar kalıplara başlıklara oturtma çabası içinde olmak istediğimiz zevki sunmadı bize.
Canlı hep canlı olmak için de bir arada olmayı seçtik kibarca. Kimseye rakip değiliz, birbirimize destekçi, sevgimize yardımcı olalım dedik yalnızca. Umarım elimizden geleni yapmamız bizi de bizi okumak isteyenleri de mutlu eder.
Farklı dallarda, konularda yazanlarla el birliğiyle mutlu olma amacıyla yazacağız, okunmasını da isteriz elbette, okuyanlardan da gelen iyi kötü eleştiriler bizi daha iyiye yönlendirecektir diye umuyorum. Kanımca tüm bu dilekler bizi büyük bir hazla yazmaya sevkeder ve bizi bir arada tutar. Okuyan ya da okumayı düşünen herkese çok teşekkürler şimdiden...
Sabırsız Kelimeler'e yetişebilmek için Sabırsız Kelimeler'de buluşmak amacıyla...

Tanışma...

Sabırsız Kelimeler... Bu başlık, aslında kafamızdakilerin kağıda yansımasını temsil eden bir tanımlama. Kafanızdan bir sürü şey geçer, eliniz de bunların hızına yetişmeye çalışır ya hani, işte bunu başarabilen, sabırsızca satırlara atlayan kelimelerin oluşturduğu bir dünya burası... Daha yeni başladık, umarım büyüyeceğiz, gelişeceğiz, tüm amatörlüğümüzle ulaşabildiğimiz kadar insana ulaşacağız... Bu yolculukta sadece ben olmayacağım; çok yakında sabırsız kelimeleriyle pek çok amatör yetenek, burada yazılarını yayınlayacaklar... İlerde tanışacağımız insanlar, şimdiden hoşgeldiniz...

Tasarladığımız içeriğe gelecek olursak, bu blogun sade bir günlükten öte bir şey olmasını düşünüyoruz... İçinde öyküler, şiirler, fantastik hikayeler, gerçek hayattan kesintiler, düşünceler, özlemler, ve daha bir çok şey olacak; yazarlar neyi becerdiğini düşünüyorsa, onu yazacak... Buraya yazmayı düşünen kişilerin tamamı(ilerde değişebilir ama şimdiki durum bu)daha önce profesyonel yazarlık yapmamış insanlar... Dolayısıyla, pek de beğenilmeyen yazılar olabilir, yapıcı eleştirilere açığız, inanıyorum ki yazma hevesi oldukça yazarlarımız daha da iyiye gidecekler...

Evet, Sabırsız Kelimeler'in ilk yazısı bu, ilerde bu yazının yüzlerce yazıyla desteklenmesi, çok sayıda okuyucuya ve yazara hizmet vermesi dileğiyle... Cesaretle başladık, mutlulukla devam edelim...